ANASAYFA » SANAT VE » PSIKESINEMA 121518 » KIM KORKAR DISTOPYADAN

KİM KORKAR DİSTOPYADAN



Korku,  zaman ve mekan gözetmeksizin hem bireyi hem toplumu etkisi altına alan, en temel duygulardandır. Uygarlığın geçirdiği evrelerin biçimlenmesinde kuşkusuz payı vardır. Çözülemeyen doğa olayları, felaketler,  insanın varolma savaşı, ölümle baş etme yolları korkudan bağımsız değildir. Korkunun en etkili olduğu alan, bilinmezin alanıdır. İnsanın aklı ve muhakeme gücüyle çözüp açıklayamadığı her olgu bilinemez olarak ürkütür.
 

En büyük bilinmeyen, hemen tüm uygarlıklarda varolan,  farklı biçimlerde ifade bulan, kaçınılmaz, sarsıcı ve karmaşık olan  ölüm korkusudur. Korkuyu ortaya çıkaran kaynaklar, ilkel dönemlerden bu yana değişiklik göstermiş olsa da korku, gücünden bişey kaybetmeden varlığını sürdürmüştür. Her yeni karşılaşılan ve tehlike sinyali veren ortamda kişi, benzeri korkuları yeniden, ancak kişiye ya da duruma göre değişebilen düzeylerde ve biçimlerde yaşayacaktır. Bilinmeyenden gelen korkuyu besleyen düşler ve fantezilerin gücü yadsınamaz. Sinema bu fantazyanın hem görülür hem duyulur hem yaşanır , hem de kitlesel olarak insanları en çok etkileyen biçimidir.
 

Korkunun toplum içinde bir işleve sahip olabilmesi için ona nüfuz etmesi, yayılması gerekir. Halk hikayeleri, söylenceler, ritüeller ve mitolojiler eski çağlardan beri bu yayılma işlevini yerine getirmişlerdir. Bu biçimler sinemada görünüm olarak farklı olsa da nitelik olarak  temelde yok olma, geleceğe dair korku olarak  kısaca söylenebilir.  Mitler toplumun ortak hissiyatını yansıtsa ve toplumu bir arada tutma işlevi görse de tutucu ve otoriter bir yanları da vardır. Mit derken artık Zeus ‘tan söz etmiyorum, devletin bölünme korkusu , insanlığın yok olacağına dair virüs , terör korkusu, ekonomik kriz … günümüzün mitleri hele de totaliter iktidarın yeni dünya mitleri bunlar. Gündelik hayat artık distopik bir dünya sunuyor.  Bir anda patlayan bombalarla, bitmek bilmeyen savaşlarla, demokrasi getirme vaatleriyle…
 

Modern toplumlarda etkili olan kitlesel korkular biçimsel olarak farklı görünse de, yıkım ve felaket ile toplumun sonunun gelmesi ya da yok oluş, kıyamet korkularının farklı uzantıları seklindedirler. Bilimsel gelişmelerle birlikte batıl inançlar yerini büyük ölçüde uzaylılar, düşman ötekiler, radyoaktif ve  kimyasal tehditler, genetik uygulamalar , güven adı altında kuşatılmış teknolojik aygıtlara  bırakmıştır. Günümüzde yeni olanın karsısındaki kaygı ve merakımız, eskiden olduğu gibi masallar ya da anlatıcıların öyküleriyle değil, birer endüstri ürünü olan fantazyalarla giderilir. Fakat  yeni oldukları iddia edilen bu korkular, günün zevklerine uydurulmuş aynı eski korkular değil midir?
 

Güvende olma ihtiyacı toplumsal yasam içerisindeki birey için vazgeçilmezdir.Tek başına yaşamaktan, ıssızlık ve yalnızlıktan korkan insan için, başka insanların ve toplulukların varlığı bir yandan güvenliği getirirken, diğer yandan yeni korkuların doğmasına neden olmuştur. Modern toplumlarda korku ve güvensizlik paranoya haline gelmiş, güvenlik adı altında özgürlükler askıya alınmıştır.
 

Distopik filmler korkuyu ve  korkuyor olmaya rağmen ileri gitmeye devam etmeyi gösteriyor. Bu anlamıyla cesur filmler. Bu türü, kurgunun en idealist ve cesur alt dalı yapan şey, bakmak istemediğimiz halde yüzümüzü o yöne sertçe çevirmeye zorlamalarıdır. Dünyayı tüketirken, canlıları katlederken, çılgınca ve bencilce ürerken, değil çevreyi uzayı bile kendi artıklarımızla kirletirken, eylemlerimizin sonuçlarını görmemekte direnirken sarsmak gibi bir amaçları var bu filmlerin. Kiminde mutlu sonlar varken, belki de en güzel örnekleri anti kahraman ve mutsuz sonlarla bezeli olanlarıdır.


Thomas More’un 1516 yılında yazmış olduğu, aynı ismi verdiği eser ile “ütopya” sözcük dağarcığımıza girmiştir.  İdeal olan fakat var olmayan, hayali bir ülke anlamındadır. Ütopyalar, bir çeşit yeryüzü cenneti önerirken, korku ütopyası, kötü ütopya gibi ütopyanın tersi anlamında  distopyalar , bu cenneti inşa etmeye çalışanların yarattığı cehennemi sergiler. Ütopyalar mutluluk için uyum gereğini vurgularken, distopyalar uyum adına yol açılan korkuyu ve acıyı anlatırlar. Ütopyalar ideal hedefleri ortaya koyarak ve bir anlamda içinde yaşanılan zamanın ve toplumun ilacı olabilecek tasarımlar sunarken, distopyalar sunulan bu ilacın yan etkilerini ve tehlikelerini simüle ederek gösterirler. Neyin ütopya neyin distopya olduğu aslında muğlaktır. Distopyalarda genel olarak bu dünyada varolan sistem, başka simgelerle anlatılmakta ve bir çıkış da gösterilmektedir.  Bu tanımlar görece yeni olmakla birlikte aslında, mitolojiden tutun da dinlere ve antik felsefeden modern felsefeye iç içe geçmiş ütopya- distopya tasarımları vardır. Platon’un Devlet’ i misal, ütopyalar arsında değerlendirilir, lakin anlatılan ideal yok- ülke nerdeyse  21. yüzyılda kapitalizm çemberinin sardığı dünyamızdan çok da farklı değildir. Demem o ki, simgeler, yerler, kahramanlar, giysiler yani görünenler farklı olsa da anlatılan, geleceğin  ve bilinmezin korkusudur. İndirgemeci bir yaklaşım gibi düşünülebilir bu söylediğim ancak , distopya filmlerini  bu bakışla tekrar  okumayı öneriyorum.
 

Distopyalar özellikle 20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan baskıcı, totaliter iktidar sistemlerine yönelik  karsı çıkısın aracı olmuşlardır. Aldous Huxley’ in 1950’ de yazdığı daha sonra filmi de yapılan, insanların birer üretim nesnesine dönüştürüldüğü , genleriyle oynanarak zeka, cins ve görünümlerine karar verildiği,  Cesur Yeni Dünya, genetik ve klonlama çalışmalarının yapıldığı ve ısrarla etik ilkelerin korunması yönündeki tartışmaların olduğu günümüzden ne kadar uzak?  Gattaca  ‘ da artık normal yollarla üremekten korkan insanlar, genetik olarak sınıflandırılan , sınıflı toplumu daha doğar doğmaz oluşturan ve katı kurallarla biçimlendiren kurgu, çocuğun cinsiyetine karar verilen tüp bebek merkezleri,sperm bankasında donörün özelliklerinin sıralandığı sistemden ne kadar uzak?
 

Francois Truffaut tarafından filme alınan, adını kağıdın yanma derecesinden alan Fahrenheit 451 ‘de , işi yangın söndürmek olan itfaiyeciler ironik biçimde yangın çıkartan kişilere dönüşür. Kitapların yasaklanması ve muhbirlerin oluşu , insanların birbirine güven duymadığı bir dünya… Karısının kocasını ihbar ettiği, varolan düzeni değiştirmemek için uğraşan insanlar… Yöneticilerin yasaklamaları , korku senaryoları  çok da fantastik değil. İnsanlar kendinden bile korkar oluyorlar. Filmin kahramanı itfaiyeci , kitap okuma isteğine karşı durmak için savaşırken kendinden de arzusundan da korkuyor ilkin. En yakınlarından saklıyor. Bugün mahkemelerin muhbirlerle dolup taştığı Türkiye toplumu , hükümetin adını telafuz ettiği terörist yaftasıyla insanları safdışı ettiği ve diğer insanların da bu amaca hizmet ettiği bir toplum. Sanki distopik bir filmde gibiyiz. Oysa durum tamamen gerçek. Distopik filmler bilim kurgu olarak da değerlendiriliyor, ben yine şüphedeyim , gerçekçi filmler türüne koyasım var. Üstelik bu filmlerde kahraman korkarak içinde bulunduğu totaliter baskıcı sisteme karşı bazen bireysel bazen topluca karşı duruyor. Cesaret korkmamak değil, korktuğun halde bişeyler yapmaya çalışmaktır. Sistemi devam ettiren üyelerden olan itfaiyeci kahraman, gerçeği görünce sistem karşıtı oluyor ve diğer karşıtlar gibi kitaba dönüşüyor.


Filmlerde kitaplar, aşk, duygular , sanat, bellek hep yasaklı. Şöyle bi baktığımızda, kendini güya demokrat diye tanımlayan, aslında baskıcı sistemlerde bu unsurların dönem dönem yasaklandığına şahit oluruz.  Distopik eserler, üretildikleri  dönemin, siyasal, sosyal, ekonomik ve  teknolojik  durumundan hareketle geliştirilmiş, geleceğe yönelik kurgulardan oluşan eserlerdir. Aslında bugünkü dünyayı ve olası geleceği başka sembollerle olmayan yerde anlatırlar. Genellikle çağdaş toplumun unsurlarını içerir ve olası sakıncalarına karşı uyarı niteliği taşırlar. Merkezileşmiş baskıcı sistemin ,  teknolojiyi toplumu kolay yönetebilmek için kullandığına işaret ederler. İnsanın binlerce yıllık  varlık, evren, doğa, toplum, değer ve gündelik hayat algısına yapılan müdahalenin doğurduğu geleceğe yönelik sosyal kaygının, gelecek korkusunun  sanatsal  paylaşımlarıdır. Bu açıdan bakıldığında, olmayan yer ve fantazya olmalarına karşılık , distopik filmlerin sosyal gerçeklikle bağı daha iyi anlaşılabilir. Distopik eserlerin  ortaya çıkışında ve devamında sadece kötümser felsefenin değil eleştirel  yaklaşımın değişik önermelerinin etkileri her zaman görülmüştür. Marks’ın kapitalizmin sömürüyü ve zulmü artırarak kendi karşıtlarını ürettiği görüşü, dispotyalarda  başkahramanın  sistemin karşısında kişi olarak konumlanması biçiminde kendini gösterir. Distopyalarda bir yandan iktidarların merkezileşmesi ve totaliter toplumsal yapılanmanın kaygısı dile getirilirken, diğer yandan da teknolojik ilerlemelere paralel olarak nimetlerden faydalanan kişilerin,  kendilerini nasıl yenik ve çaresiz  duruma düşürülmüş buldukları anlatılır.


Nineteen Eighty-Four(1984) ve Brazil filmlerinde hantal bürokrasi , korku ile iktidarını sürdüren devlet , devletin memurlarının iç sıkıntısı ve gördükleri gerçeği değiştirmek için anti kahramana dönüştüğü anlatılır. 1984 ,  3. Dünya Savaşı'nın henüz sonlandığı dünyamızda geçer. Dünyanın en büyük devleti olan Okyanusya, tam bir korku imparatorluğudur. Bu ülkede yaşayan herkes, yönetim diktesinin buyurduğu her şeye harfi harfine uymak zorundadır. Bu ülkede ne kitap okumak serbesttir ne de aşık olmak... Hükümetin haberleşme ve sansür işlerinin yürütüldüğü bakanlıkta çalışan Winston Smith, diğer çalışanlar gibi görevi gereğince halkı farklı yalanlarla uyutmak ve sahte gerçeklikler yaratmak zorundadır. Ancak Okyanusya'ya ait her şeyin kocaman bir yalandan ibaret olduğunu öğrendiği an vatanseverliğini ve bu sahte dünyayı sorgulamaya başlar. Benzer şekilde Brazil, devlet yönetiminin tam bir kabusa dönüştüğü, bürokrasinin insanlığı tehdit ettiği bir dünya tasvir eder. Bilgi bakanlığında  memur olarak çalışan Sam, yaşantısından o kadar bunalmıştır ki, tek sığınacak yer düşleridir. 1984 de olduğu gibi bu filmde de kahraman sistemi devam ettiren memurlardan biriyken gerçeğin farkın varıp düzeni değiştirmeye kalkışan biri olur.  Ve sonunda her ikisi de işkence ve yok edilmeyle karşı karşıya kalacaktır.


Gerek 1984 gerek Brazil, modern devlet ve bunun getirdiği insan ve topluma yönelik eleştiriler barındırmaktadır.  Hayali bir ülkede geçen filmlerin başkahramanları,saldırgan, güç tekelini elinde tutan ve muhalif seslere tahammülü olmayan devletin memurlarıdır. Halkını devamlı bir düşman düşüncesi ile korkutarak kendisine bağlı tutmaya çalışan devlet, hemen herkesi fişler, terörist olduklarını düşündüğü insanları yakalar, işkence eder , kendi politikasına uygun hale getirir ya da yok eder. Aslında hayal ürünü olduğu iddia edilen bu filmler, her ne kadar korku ütopyası olarak bilinse de, bugün için ütopik  anlamları kalmamıştır. Tersine, mevcut dünyayı simgesel olarak anlattıkları, çekildikleri dönem için bugünü öngören eserler oldukları ortadadır. Özellikle milyonlarca kişinin dinlendiği, izlendiği, devletin devamı ve güvenliği için fişlendiği, polis şiddetinin korkunç boyutlara ulaştığı, yükselmenin liyakatten başka yollara dayandığı yeni kapitalist ülkelerde bu filmlerin gerçeküstü olduğunu iddia etmek zordur. Nefret söylemini, düşman yaratma çabasını somut olarak görmek için yakın zamanları takip etmek yeterlidir.  


Ortaya çıktığı dönemde fantastik kurguların işlendiği eğlence amaçlı bir tür olan distopik  eserler,giderek önemli sosyal ve siyasal konulara vurgu yapan bir türe dönüşmüştür. Kapitalizm ve totaliterizm altında gelişen gözetim mekanizmaları, sınıflaşma, şirketleşme, kurmaca gerçekliklerin oluşturulması, hafıza kaybı, paranoya, propaganda, makinelerin hakimiyeti, ekolojik kirlenme, salgın hastalıklar, beklenmeyen sonuçlarıyla genetik deneyler ve izole toplum temaları kullanılmaktadır.


Twelve Monkes'de dünyada insanlığın yok olmasına yetecek derecede tehlikeli bir virüs yaklaşık beş milyar kişinin ölümüne yol açmıştır. Geriye kalan az sayıdaki insan yer altlarına kurdukları barınaklarda yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Virüsün yok olması için bir çözüm yolu bulan insanlar, zamanda geriye gidebilecekleri bir zaman makinesi yaparlar. İlk test sürüşü içinse eski bir mahkum olan James Cole gönüllü olur. James kendisini yedi yıl geride, bir akıl hastanesinde bulur.
 

Blade Runner ‘da  2019 yılı  Los Angeles’ına kamera çevrilir. Dünya, insanların seri halde insana çok benzeyen ve kendilerine replika denilen androidler ürettiği bir yer olmuş. Dünyanın dışındaki tehlikeli operasyonlarda köle gibi çalıştırılan ve ömürleri sadece birkaç yıl olan replikaların dünyaya ayak basması yasaktır, olur da basarlarsa blade runner denen polisler tarafından avlanırlar. Bu repilkalar The island  filminde zenginlerin klonlarına dönüşür. Genetik biliminin insan klonlamayı başardığı bir gelecekte geçmektedir film. Çok zengin insanlar, gizli bir projeye katılarak büyük paralar karşılığı kendi klonlarını yaptırırlar. Olur da bir kaza geçirirlerse ya da bir hastalığa yakalanırlarsa birer sigorta olarak bekler klonlar, vücutlarından takviye yapılmak üzere bir tüpün içinde olmayan bilinçleri zaten kapalı biçimde…


The Matrix ‘de biraz daha ileri giderek simülasyon bir dünya yaratılır. Blade Runner’da androidler, The İsland’da klonlara karşı savaşa giren insan, burada yapay zeka ile girdiği savaşı kaybetmiştir. İnsanın ürettiği yapay zeka galip gelmiş , insanları  köleleştirmiştir. Gündüzleri yazılımcılık, geceleri hacker'lık yapan Neo'nun ara sıra yaşadığı gerçekliği sorgulaması ve kendi kendine bir takım şüphelere kapılması ile saat çalar. Morpheus ona dünyanın aslında göründüğü gibi bir yer olmadığını gösterir; Neo'nun etrafında gördüğü her şey sanal bir yanılsamadan ibarettir, insanların neredeyse tamamı onların vücut ısısından aldıkları enerjiyle yaşayan makineler tarafından yakalanıp tutsak edilmiş, zihinleri Matrix diye bilinen yapay bir gerçeklik içinde hapsedilmiştir. Neo , Trinity  ve Morpheus'un da yardımıyla tüm donanımını kurup bu düzeni yıkmaya çalışan, gerçeği bilen bir avuç insanın arasına katılır.


Bilişimle şahlanan  günümüz toplumu, ilk distopya örneklerinden bugüne dek anlatılanlarda  tasvir edilmeye çalışılan distopyayı yansıtmaktadır. İnsanların  doğuştan itibaren kayıt altına alınması, yüksek enformasyon teknolojisi sayesinde mahrem alanların sanal ortama açılması, ses alıcılarıyla ortamların dinlenmesi, uydu yer belirleme sistemleriyle takip edilebilen cep telefonlarının tüm dünyaya yayılması, birçok yerde bulunan kameraların kayıtları, tüm dünyanın sanal ortamdan elektronik posta ile haberleşmeye başlaması ve bu yolla iletilen tüm bilgilerin takip ediliyor olması, günümüz toplumunu bir zamanların kurgu  distopyası haline getirmektedir.
 

Otuz yıllık bir reality show haline gelen Truman Show da, kahraman gerçek olduğunu sandığı bir simülasyon içinde yaşamaktadır. Truman Burbank'ın hayatının her anı, doğduğu günden beri televizyonda yayınlanmaktadır. Truman bunu bilmez, kameralar yaşadığı adanın, işinin ve evinin hemen her yerine özenle yerleştirilmiş gizli kameralardır, karısı, ailesi ve arkadaşları olarak bildiği insanlar aktörlerdir, yollarda gördüğü insanlar figüranlar… Senarist ,küçükken babasını bir deniz kazasında öldürerek, onun denizi kayıp, kaos ve ölüm gibi kavramlarla özdeşleştirmesine neden olmuş ve kahramanımızın, içinde yaşadığı adadan çıkmasının tek yolu olan denize karşı bir fobi geliştirmesini sağlamıştır. Truman bir dizi aksilikler ve tesadüfler sonucu ve tabi ki aşk sayesinde  bir gün, yaşadığı hayatın gerçekliğinden şüphelenmeye, uyanmaya başlar.


Distopik toplumlarda  bireyin umut etmesine, kendisini gerçekleştirmesine dair alan giderek daha çok kontrol edilmektedir. Sistem bunu sürdürülebilir bir konformizm ile başarır. Birey güvenlik ve konfor beklentisiyle, kendi bilincini bu sistemin gizlenmiş ve mutsuz gerçeğini örtmek üzere gönül rızası ile teslim eder. Psikiyatri poliklinilklerinde  aşk acısının unutulması için ilaç ister. Ölen babasının ardından üç gün acı çekemez ilaç ister.


Giver ( Seçilmiş)’te savaşlar nedeniyle yok olup yeniden kurulmuş geleceğin dünyasında mükemmel bir sistem kurulması amaçlanmıştır. Savaşları ve insanlara acı verecek olayları ve anıları önlemek için tedbirler alınmıştır. İnsanlar arasındaki farkların kaldırılarak aynılığın sağlandığı, özel hayatın ve seçimlerin engellendiği bu sistem yaşlılar adı verilen bir grup insan tarafından yönetilmektedir. Bu düzenin insanlık için en iyi sistem olduğuna inanan insanlar artık acı çekmeyecekler, savaşlar sonucunda yok olma tehlikesi yaşamayacaklardır. Bunun tabii ki büyük bir bedeli de vardır. İnsanlar acıyla birlikte sevgiyi de hissetmemekte, dünyayı siyah beyaz görüp renkleri fark edememektedirler. İnsanların, hissetmelerini engelleyen bir ilacı her sabah kendilerine enjekte etmeleri vasıtasıyla düzene hem fiziksel hem de sosyal olarak uymaları sağlanmaktadır. Ayrıca insanlar geçmişe dair hiç bir şey hatırlamamaktadırlar.


Hissetmenin yasaklanmış olması, hislerin bastırılması için ilaç içilmesi, hissetme suçunu işleyenlerin infaz edilmesi Equilibrium 'da da işlenmiştirr. 3. Dünya Savaşı'nın travmasını üzerinden atamamış olan hakim totaliter sistem, barışı korumak adına insanların duygularını baskı altına almaktadır. Sanatsal nesneler bulundurmak ve güzel sanatlarla ilgilenmek yasaktır. Duygu ve heyecan uyandıracak şeylerle ilgilenmek, ölüm cezasına bile yol açabilmektedir. Üst düzey bir güvenlik ajanı olan John Preston, kurallara karşı gelenleri bulup yok etmekle görevlendirilmiştir. Kullananlarda sisteme uygun bir ruh hali yaratan ilacı içmekten vazgeçtiğinde, gerçeği görmeye başladığında, kurallara karşı gelen diğer sistem karşıtlarının yanında yer alacaktır.
 

Benzer biçimde çoğunluktan farklı özelliklere sahip, korkuyla baş etmeyi becerebilen, sisteme karşı gelmeyi göze alabilen kahramanın mücadelesini anlatan Divergent’ta, sınıflara ayrılmış bir toplum vardır. Yaşını dolduran gençler teste girip kendi özelliklerine uygun olan sınıflara atanmak zorundadırlar.  Birden fazla özelliğe sahip olduğu için aykırı kabul edilen baş kahraman, kendi isteği dışında dayatılan bu geleceğe karşı çıkar ve  rejime baş kaldırır.


Böylelikle distopik filmlerde bir yandan eleştirel  yaklaşımlar sergilenirken, diğer yandan başarılı direniş ve alternatif toplum ilişkisi tasarımları da sunulmaktadır. V for Vandetta ‘da olduğu gibi silahlı, şiddet içeren anti kahramanlara yer verilir.  V olarak bilinen maskeli bir adam, geleceğin totaliter rejimle yönetilen İngilteresi'nde korkuyla sindirilmiş halkına egemenliği geri verebilmek için şiddete başvuran biridir.  Time filminde yine böyle bir sistemde, para yerine zaman kullanılmakta ve eşitsizliği zamanı çok olanlar çıkarmaktadır.  Sistemin bilgisine ulaşan az sayıdaki kişiden biri olan alt sınıftan gelen kahraman yine şiddetle bu düzeni değiştirmeye çalışır.
 

Ütopya, toplumda yaşayanlar arasında hiçbir çelişkinin kalmadığı, her bireyin artan kişisel mutluluğu sayesinde toplumun kolektif mutluluğunun arttığı ideal bir toplum hayaliyse, distopya bunun tam tersi bir toplum hayali, bireyler arasında çelişkilerin arttığı, giderek yok olan bireysel mutlulukla, toplumun kolektif mutluluğunun da yok olmaya ve toplumun dağılmaya doğru gittiği bir toplum hayali oluyor.


Popüleritenin  illüzyonunda başka şeylere inandırılmaya yönlendiriliyoruz. Yaşadığımız toptan distopik bi kurgu. Ama buna film demiyoruz. Filmler mi daha kurgu  yaşadığımız hayat mı ?




**Psikesinema Dergisi "korku" sayısında yayınlanmıştır.