ANASAYFA » SANAT VE » PSIKESINEMA 121518 » AYIN OTEKI YUZU

AY'IN ÖTEKİ YÜZÜ



Sevilene karşı yoğun bir bağlılık ve tutku, onun arzusu olma ve onunla bir bütün hissetme ve aynı zamanda kendi olarak kalma... Yapılmış aşk tanımlamalarında ortak özellikler aşağı yukarı bunlar.
 

Aşık olunan kişi, aşık tarafından idealleştirilir ve en yüce nesne konumuna getirilir. Bu iyi günleridir, olsun ; zira bir süre sonra, Narkisos’un kaderini yaşayacaktır.Suda görüp aşık olduğu yüzün kendisinin olduğunu anlayan Narkisos ‘un yaşadığı şaşkınlık ve ümitsizliği , aşık kişi idealleştirdiği kişinin kendisinin oluşturduğu bir yanılsama olduğunu anladığı anda yaşar.
 

Klein’e göre bebek içgüdüsel olarak kendisini bekleyen anneden haberdar olarak dünyaya gelir. İç dünyasındaki ölüm- saldırganlık dürtüsü nedeniyle bunların bir bölümünü anneye yansıtır.  Anneyi iyi nesne olarak algıladığında sevgi, kötü nesne olarak algıladığında saldırganlık hisseder.Yani bebek anneyi “iyi” ve “kötü” olarak ikiye ayırır.  Sağlıklı bir gelişim olursa nesneyi iyi ve kötü yanlarıyla bir bütün olarak algılamaya başlar ve bir huzursuzluk duyar . Bu algılama, bu huzursuzluğa tahammül  öznenin kendi davranışları üzerindeki denetimini arttırır, süperego oluşumunu sağlar.
 

Libido, nesnelere yayılarak doyum sağlar. Sorunsuz nesne ilişkilerinin olabilmesi için libidonun nesnelerden çekebilmesi de gerekir. Aşkta , libido sevilen kişiye yönelir; sevilen kişinin aşka karşılık vermemesi durumundaysa seven kişinin libidosunu geri çekebilmesi gerekir. Buradaki esnekliğin ilk nesne olan anneyle kurulan ilişkiyle yakından ilgisi vardır. Anneyle ilişkide güven duygusunun oluşmaması, duyguların yansıtılmasındaki ketlenme ve aynalanmanın yetersizliği sonraki dönemlerde yaşanan ilişkilerdeki idealleştirme gereksinimini arttıracaktır.İdealleştirilen sevgi nesnesinin, imgelemdeki özelliklere sahip kişi olmadığını, aslında bir başka kişi olduğunu görmek, yaşanan bütünleşme duygusunu zedeleyecek, ümitsizlik , huzursuzluk yaratacaktır. Aslında tamlanma denen durumun , biz olma halinin bir yanılsama olduğunu kabul eden, huzursuzluğa tahammül eden kişiler yollarına devam ederken , bu durumu kabul edemeyen kişilerde trajik yaşantılar olacaktır. Aşk sonucu özkıyımlar, aşık olunan kişinin öldürülmesi gibi durumlar, libidonun belirtilen esnekliğinin olmaması ile ilişkilidir. Sevgi duyabilmek, aşk ve saldırganlığı bütünleştirme iyi ve kötünün birlikteliğindeki huzursuzluğa tahammül edebilme kapasitesinin bir göstergesidir.


“İnsan ilişki arar”der Fairbairn.
“Başkasının yüzü beni benliğimden başka tarafa yönelterek yükümü hafifletir”. Aşk bir ilişki arayışıdır. Ötekini arayış, mitolojik öykülerde ve kimi felsefi kuramlarda benliği bulma çabası ve bir tamamlanma arzusu olarak düşünülmüştür. Kendi benliğimde eksik olanı ötekinde yüceltirim ve bu yüceltilmiş ötekiyle birleşerek bende eksik olana kavuşurum. Ne zaman ki sevgili, arzularımı yansıtacağım, kendimde eksik bulduğumu bana geri verecek bir işlev görmez, “yitik cennetim” olmaz , cehennemi yaşamaya başlarım. Eksikliğimi tekrar gözüme sokar . Oysaki insan eksik bir üründür, hayatı boyunca yapıp ettiği kalkışmalarla eksiği gidermeye çalışacak , aslında bunun nafile olduğunu bile bile uğraşacak trajik bir kahramandır. Sürekli yuvarlanan taşı tepeye taşımaya çalışan Sisyfos gibi…


Karşılanmamış ihtiyaçları , yakın ilişki yaralarını yine başka bir yakın ilişkide sarmaya çalışan insan evladı için bu yakınlık onarıcı olduğu gibi kanatıcı da olabilir. Aşk bebeklik ve çocukluk ideallerimizin yansıtılmasıysa, ebeveynle ilişkilerdeki özellikleri taşımaktaysa, bir süre sonra o döneme ait ilksel saldırganlık duygularının da yaşanmaya başlanması kaçınılmaz olacaktır.
Saldırgan duygular, her ilişkinin temelinde vardır. Cinselliğe haz katan, cinselliği monotonluktan koruyan da budur. Süper ego saldırganlığı yumuşatır ve sorumluluk ve ilgi duymaya çevirir.


Karşılıksız aşklarda yahut ideal nesneye saplanıp kalan patolojik tutkulu aşklarda kimi zaman mazoşisttik eğilimler dikkati çeker. Bu tür ilişkiler ödipal dönemin anne ya da babaya duyulan ulaşılmazlığı tekrarlar.Tutku, çocukluk döneminin kayıp nesnesine duyulan bilinçdışı bir özlem ve bu kaybı kabullenmedeki yetersizlik tarafından tetiklenir. Tutku nesnesi, sevilen birinin ölümü ya da ortadan kaybolması sonucu, olmayan ötekinin bıraktığı boşluğun yer değiştirmesi ya da yerinin doldurulması için bilinçsiz olarak inşa edilen bir fantezi ilişkidir. Aşırı idealleştirme  ve dolayısıyla engellemişlik vardır. Hem tutku nesnesine hem kendine karşı saldırgan duygular vardır. Engellenme mazoşisttik duyguların tatmini sağlar.
 

Çocukluğunda ihmal ve suistimal edilenler, erişkinlikte bu travmayı tekrarlama eğiliminde olurlar. Mazoşistik bireylerin çocuklukta yası tutulmamış suçluluk uyandıran  kayıplar yaşadığı,  eleştirel ve/veya depresif ebeveynleri olduğu, ebeveynleri ile rol değiştirdikleri, travmaya ve suistimale maruz kaldıkları bilinmektedir.


W. Reich  mazoşistik karakterin özelliklerini; acı çekme, şikayetçi olma, kendine zarar verici veya kendini değersizleştirici tutumlar benimseme ve diğer kişilere acılarıyla işkence etme olarak tanımlamıştır. Mazoşizmin en belirleyici yanı travmatik durumun (bilinçdışı) eyleme vurma ile yeniden yaratılmasıdır. Mazoşist kendini üzecek, hırpalayacak ilişki ve durumları farkında olmadan tekrar eder. 
 

Mazoşizm ve sadizmin de içinde yer aldığı parafilik bozukluk, cinsel uyarılmanın sıradışı bir fantazi ya da davranışa bağlı olduğu bozukluk olarak tanımlanır. Cinsel uyarılma ve orgazma ulaşmak için, kişinin gerçekte ya da hayalinde, olağandışı ya da toplum tarafından onaylanmayan bir uyarıcıya  obsesif tarzda bağımlılık göstermesi ya da tekrarlayıcı şekilde cevap vermesidir. Parafilik davranış gizlenir, sıkıntıya neden olur, partnerle bir kişi olarak ilişkiyi içermez, genellikle partneri tümüyle dışarıda bırakır ya da ona zarar verir ve iki insan arasında bağın, bütünleşmenin oluşmasını engeller.


Bu davranışın türü ne olursa olsun cinsel ve agresif dürtülere bir çıkış yolu sağlamaktadır, yaşanılan anksiyete ile olumsuz bir baş etme yöntemidir. Anksiyetenin  kaynağını anne tarafından yutulma  - terk edilme  tehdidi ve  baba tarafından kastre edilme oluşturmaktadır.


Fenichel'e göre  mazoşist kişiler kastrasyon yerine kendilerine acı vererek ,daha az tehlikeli  ve daha kontrol edebilir olanı seçerler. Üstelik, gizli sadist eğilimlerinden ötürü cezalandırılmaları gerektiği inancını yaşarlar. Bazı mazoşistler, hırpalanmalarına izin vererek kendilerini ayrılık anksiyetesine karşı korumuş olurlar. Çoğu kez, sadomazoşizmin tek obje ilişkisi olduğu inancındadırlar ve kendilerini aşağılayan bir ilişkiyi ilişkisizliğe yeğlerler.
Gabbard'a göre  cinsel doyuma ulaşabilmek için sadist düşler kuran ya da eylemlerde bulunan insanların bilinçdı­şında, çocukluklarında kendilerine yapılmış cinsel ya da bedensel saldırılardaki rolleri tersine çevirerek yaşama isteği vardır. Çocukken kendilerine yapılmış olanı bu kez başkalarına yöneltmekle o günlerin öcü alınırken, bir yandan da geçmişteki travmatik olaylar üzerinde denetim kurulmuşçasına bir duygu yaşanır.


Mazoşizm, kendini baskıdan kurtarmak isteyen kişinin suçu kabullenme duygularını içerir. Böylece libidinal ihtiyaçlar hem yasağa karşı boşalım bulur hem de kurban olma durumu ile mazur karşılanır. Her sadist aynı zamanda ötekinin sadizminin karşısında mazoşisttir. Sadiste karşı ya aşırı boyun eğen yani mazoşistik konum belirlenir ya da karşı çıkarak sadistik bir konum alınır. Sadist  davranışlardan sağ­lanan doyum, hasara uğrayan kişiyle özdeşleşme sonucu yaşanır ve sadizm, mazoşist eğilimlerin bir başka kişiye yansıtılmasını simgeler. Acı ve haz arasındaki sınır çok yakındır. Acı bir noktadan sonra haz verebilir. Acı bazen cinsel uyarılmayı sağlayabildiği gibi , cinsel haz uğruna acıya katlanılabilir de insan . Cinsel uyarı mazoşistik  bir doyuma yönelmişse, aynı kişi sadistik eylemlere de yönelebilir.


Kendine dönük yıkıcı görünümüne karşın mazoşizm, kişilik bütünlüğünün onarımını amaçlar. Elbette olumsuz bir baş etme yöntemidir. Yara kanamaya devam edecektir. Yine de bedensel acıya tahammül etmek  ruhsal yok oluştan daha kolaydır.
 

Sadomazoşist ilişkiler sinemada çok kullanılmıştır. Piyano Öğretmeni ve Siyah Kuğu ilk aklıma gelen güzel örnekler. Ben bu yazıda filmlerinde anlattıklarından daha gerçek ve trajik bir hayat hikayesi olan ve kendisi de bir çocuğun trajedisi olmayı seçen Roman Polanski ve filmlerinden sözedeceğim.
 

Polonyalı Yahudi bir kadın ve Rus bir erkeğin  çocuğu olarak  1933 ‘de Paris’te doğar. 3 yaşında iken ailesiyle birlikte Polonya’da Krakow gettosuna taşınırlar. Savaş sırasında annesi, babası, kız kardeşi toplama kampına götürülür, annesi A
uschwitz ‘de ölür.Ailesi  tüm paralarını Polonyalı bir köylüye vererek Roman’ın kurtulmasını sağlar, savaş sonuna kadar küçük Roman bu köylünün ahırında bir Katolik gibi kaçak hayatı yaşar. Toplama kampından sakat dönen babası  ile ve üvey annesi ile arası hiç iyi olmaz. 16 yaşında fiziksel şiddete  ve tecavüzeuğrar,ölmeye ramak kala kurtulur. Neyse ki adam yakalanıp idama mahkum edilir. Sinema okur , oyunculuk yapar . Uluslararası üne kavuştuğu filmler çeker, Avrupa Amerika arasında mekik dokur. Aşık olduğu oyuncu Sharon Tate ile evlenir. Ne yazık ki melun kader yakasını bırakmaz, şiddetle ve kayıplarla başladığı hayat hikayesine bir acı daha eklenir. Hamile karısı, Manson tarikatı üyeleri  tarafından defalarca bıçaklanarak öldürülür. Bu acılar içindeyken bir de basının "işte bunlar hep uyuşturucu partileri yüzünden" şeklinde özetlenebilecek yorumlarına maruz kalır. Zaman zaman uyuşturucu kullandığı doğrudur, lakin bu olayın onunla ilgisi yoktur. 
 

1977 yılında 13 yaşında bir kıza tecavüzden suçlanır,  Amerika’dan kaçar Fransa’da yaşamaya başlar. O zaman 45 yaşında olan  Polanski, mahkemedeki ifadesinde 13 yaşındaki kızla beraber olduğunu kabul etmiş, "ama zorlamayla olmadı” demiştir.
 

Çocukluğundan beri yoğun travma ve kayıplarla yaşayan Polanski , sinema aracılığıyla hem bunları yansıtmış, öfkesini acısını kusmak için olgun bir yol bulmuş bir tür sağaltım sağlamış , hem de sinema tarihine geçecek filmler çekmiştir.


Filmlerinde parafilik fantezilerini bulmak da mümkündür. “Ne zaman mutlu olsam, berbat bir hissiyata sahip olurum” diyen Polanski, sinemasında  bu hissiyatı göstermiş, mutlu sonlar  çok yer vermemiştir. Başrolden yan rollere yalnız ve toplumdan kendini soyutlamış, acı üstüne acı çeken karakterler çizmiştir.  


Kasvetli mekan yaratımları , dar alanlarda az kişiyle oluşturduğu gerilimli anlar  , şiddet, sapkınlığa varan cinsel yaşantılar  filmlerinin bariz özellikleridir. Kendisi gibi  ne Avrupa sineması ne Amerika sinemasıdır yaptığı, beri yandan hem Avrupa hem Amerika sinemasıdır. Önce Nazilerden , nazi şiddetinden adaletsizliğinden  kaçmak zorunda kalan , annesiz ve babasız  Roman, yıllar sonra içindeki karanlığın bedeli olarak Amerikan adaletinden kaçacaktır. Yalnızlık, sıkışmışlık ve kimlik bunalımı üzerine inşa ettiği filmlerde , benzer ilişkileri – durumları birçok defa farklı biçimlerde yansıtarak travmatik anı tekrar tekrar yaşantılamış, kendi travmasını onarmaya çalışmıştır bir nevi.Sinema aracılığıyla kendi yarattığı atmosferde tanrı olup , zaman zaman travmalarını tekrarladığı , bazen yüzleştiği,  bazen onardığı , bazen mazoşit pozisyon aldığı , bazen de sadist pozisyon aldığı görülebilir. 
 

Öldürülen eşi Sharon Tate’in anısına ithaf ettiği “ Tess” filmi ile Oscar da dahil birçok ödül alır. Acısını yaratıya dönüştürerek hem sağalmaya çalışmış hem de ödül almıştır. Sanat , hayatla baş etmek için, acıyı, öfkeyi dönüştürmek için en olumlu mecra.


Sınıf farklılıkları ve sınıf atlama çabaları, sosyal adaletsizlik, masumiyetin yitirilmesi gibi temalar içeren film, 19. yüzyılda İngiltere kırsalında geçer. Köylü kızı olan Tess,   o civarda yaşayan soylu ve tanınmış bir aile ile akraba olabileceklerini öğrenen babası tarafından  bu aristokrat ailenin konağına misafirliğe gönderilir. Sözde kuzeni Alec tarafından hoş karşılanır ve sonrasında tecavüze uğrar. 


Gebe olarak babaevine  dönen Tess’in  bebeği sağlıksız doğar ve ölür.Bebeğinin ölümünden sonra bir  mandırada çalışmaya başlayan Tess burada gerçek aşkı ile tanışır. Saygın bir papazın oğlu olan Angel, lekesiz ve saf bir köylü kızı olduğunu düşündüğü Tess'e aşık olmuştur. Ancak dürüst bir insan olan Tess düğün gecesi, başından geçen talihsizlikleri Angel'a anlatınca, dini eğitimin katı kurallarıyla yetişmiş olan genç adam tarafından reddedilir ve bir kez daha yalnız kalır.
Kocası tarafından terk edildikten sonra bir de babası ölünce,hem kendisini  hem ailesini yoksulluktan kurtarmak üzere Alec’in metresi olmayı kabul eder. Yıllar sonra Angel’in dönüp özür dilemesi üzerine mutluluğuna engel olduğunu düşündüğü Alec’i öldürür ve tekrar birleşirler.


Kendi seçmediği yoksul hayatında Tess , şiddet, açlık, tecavüz, aşağılama yaşar. Ve tüm bu kötülük içinde aşkı barındırması mümkün olmaz. Mutluluğuna engel olduğunu düşündüğü Alec’i terk edip gitmek yerine, idam edileceğini bile bile  öldürmeyi tercih eder. Belki de kendisi de aşk yaşayacağına , mutlu olacağına inanmıyordur. Yunan trajedilerini aratmayan bir trajedi kurulmuştur, bu dünyada aşkı yaşamak olanaklı değildir. Aynen kısa bir süre aşkla mutlu yaşayan Polanski ve Sharon Tate gibi…

 
Filmde olaylar Victoria Devri İngiltere'sinde geçmekle birlikte çekimlerin tamamı Fransa kırsalında yapılmıştır. Zira Roman Polanski çekimler sırasında ABD'de cinsel taciz suçlamasıyla aranıyordur ve İngiltere'nin onu ABD'ye iade etmesi muhtemeldir. Saldırı sonucu öldürülen karısına ithafen  çektiği filmde saldırıya uğrayan , aşık olup yaşamaya vakti kalmayan , şiddet uygulayan ve idam edilen bir kadını anlattığı film sırasında kendisi de bir çocuğa tecavüz ettiği için kaçak durumdaydı. Filmleri hayatından hiç de uzak değildi.  


Sadomazoşit bir ilişkiyi  merkeze koyduğu film “Acı Ay” ‘ aşkın şekilden şekle girdiği, cinsel uçlar, ihtiras, tuhaf psikolojik oyunlar, tutku içeren ve insanın ağzını açık bırakan dönüm noktalarıyla doludur. 1992 yapımı film,  lüks bir yolcu  gemisiyle İstanbul'a oradan da Bombay'a seyahat eden bir İngiliz çift  Nigel ve Fiona'nın ilginç yolculuğu ile başlar. İki farklı çift iki farklı ilişkinin bir gemi yolculuğunda tuhaf karşılaşması anlatılır.
 

Otobüste tesadüfen karşılaştığı kıza obsesif şekilde tutulan hedonist bir yazar ve garson dansçı kadının fantazilerini, sapkınlıklarını  yaşaması, kadını sadistçe  yaralaması  , kadının aldığı mazoşit konum  bu durumdan sıkılan yazarın kadını  haince terk edişi anlatılır. Kadın bu durumun intikamını erkeğin felç olması ve  kendisine bağımlı kalmasını sağlayarak alır. Kendisi sadist konuma geçmiş , erkeği mazoşit hale getirmiştir.
 

“Herşeye rağman beni hala seviyor olabileceğini düşümdüm. Sonuçta sana hiçbirşey hissetmeyen birine zarar vermek eğlenceli değildir dimi “  diyen erkek kahraman acı-aşk- haz  karmaşasını özetlemiş oluyordu.
 

Benzer yaraları taşıyan bu iki kahraman bir biçimde hem kendilerini kanatıyor hem de anksiyeteleriyle baş etmeye çalışıyorlardı. “ İkimizde tutku ve kötülüğün uç noktalarını başka biriyle keşfedemeyeceğimizi biliyorduk artık “ diyerek ayrılamayacaklarını, birbirlerinin benzeri olduğunu  söylüyordu. Bu ilişki ancak erkeğin tabancasından çıkan kurşunla her iki kahramanın ölümüyle son bulabiliyordu. 

 

Adını  yazar Leopold  von Sacher-Masoch’tan aloan mazoşizm , Kürklü Venüs romanında açık seçik görünür. Polanski ‘nin iki kişiden oluşan bu tiyatro oyununu sinemaya uyarlaması ve eşi Emmanuelle  Seigner’i oynatması çok da tesadüf olmasa gerek.
 

Tiyatro uyarlamasını yapmak için oyuncu seçmeleri düzenleyen yazar Thomas, başarısız geçen elemeler sonucunda hala aradığı oyuncuyu bulamaz ve tam elemelerin yapıldığı tiyatro salonundan çıkarken gizemli bir kadın, Wanda’yla karşılaşır. Wanda elemelere geç kaldığını ve kendisine bir şans verilmesini ister, oyunun yazarı ve hırslı oyuncu adayı bir anda kendilerini Kürklü Venüs oyununu canlandırırken bulurlar ve oyunla gerçek arasındaki çizgi yavaş yavaş silinmeye başlar. Bazen oyundan bir sahne sergileyip, bazen de birbirlerini tanımaya çalışırken, ilerleyen dakikalarda ne zaman oyun oynadıkları ve ne zaman gerçekten birbirleriyle konuştukları anlaşılmaz bir hale gelir.
 

Kitap, Severin isminde küçükken teyzesi tarafından kırbaçla dövülen, mazoşist eğilimleri olan bir karakter ile Wanda isminde dul bir kadını karşı karşıya getiriyor. Wanda despot, kendisini kıskanan güçlü bir erkek istemekteyken, Severin sevdiği kadının kölesi olmak isteyen biridir. İki karakter arasında yapılan anlaşma sonucunda, Wanda, Severin’in kendisinin kölesi olmasını kabul eder . Film , kollarını direğe bağladığı Severin’i  yalnız bırakarak mekanı terk eden Wanda ‘nın gidişiyle biter.


Her iki filmde de kahramanların ebevyn ilişkileri ve önceki ilişkilerine dair çok bilgimiz yok. Ancak Polanski’nin  annesiz geçen , saklanmak  zorunda kaldığı savaş yılları, sonrasında gördüğü şiddet, kaçması , yersiz yurtsuzluğu, küçük kızlara düşkünlüğü, eşinin dahi kendinden 30 yaş küçük olması  film karakterlerine bir parça dağılmış olsa gerek. Kanımca, seçtiği ay metaforu da başka bir okumaya imkan verecek niteliktedir.
 

Paul Auster’in söylemiyle ….“Ay pek çok şeyin yanı sıra bir mihenk taşıdır. Gözalıcı tanrıça Diana’nın adıyla anılan bir efsane olarak vardır her şeyden önce. Ruhumuzda karanlık olan her şeyin imgesidir o; hayal gücü, aşk, delilik… Göksel bir cisimdir sonra; semada başıboş dolaşan, hareketsiz, ölü bir taş… Var olmayana, ulaşılamayana duyulan özlemle, insanın her şeye üstün gelme arzusuyla harekete geçen…”  
 
 
**Psikesinema Dergisi “aşk ve sinema” sayısında yayınlanmıştır.