ANASAYFA » SANAT VE » PSIKEART DERGISI 121484 » GORUNENIN ARKASINDAKILER

GÖRÜNENİN ARKASINDAKİLER


“Herkesin bu derece birbirine benzediği bir toplumda, yalnızca anormalliğin bir değeri vardır.”                                                                                                             .                                                         
                                                                                            Stefan Zweig



AİDS  miyim diye çok korkuyorum

“Lütfen bana test yapın, AİDS miyim diye çok korkuyorum. Çocuklarıma dokunamıyorum. Ya onlara da bulaştırırsam” diyerek yoğun bir  kaygıyla görüşmeye gelen Naciye, geleneksel baş örtüsü takmış, kırklı  yaşların başında, enerjik görünen bir kadındı.

Test sonucunu almaya geldiğinde kalp atımı yüzyirmileri bulmuştu. Sonuç negatif çıkmasına rağmen tekrar tekrar yapılmasını istedi. Bir türlü AİDS olmadığına inanamıyordu. Nerdeyse AİDS olmadığı için üzülüyor gibiydi.

Bir tekstil fabrikasında çalışıyordu. İki haftada bir vardiyası değişiyordu. Şeker hastası, obez ve evde oturan bir kocası vardı, üç tane de çocuğu…Kocasından bahsederken yüzünde belli belirsiz bir tiksinti oluşuyordu. Kocasını seviyordu tabi, çok iyi bir insandı. Görücü usulü evlenmişlerdi. Kendisinden on yaş büyüktü. Evet biraz tembeldi ama iyi bir insandı. Cinsel hayatları mı ? Eh işte…kadının dilinden pek anlamazdı kocası. Son zamanlarda kocasından da kaçıyordu, ya AİDS bulaştırırsam diye. Çocuklarına sarılamaz olmuştu , ya AİDS  bulaştırırsam diye. Çok aktif,hareketli güleç bir kadındı, insanlar enerjisini beğenirdi,kıskanan da olurdu imrenen de, haset eden de.  Eh kendisi de kendisini beğenirdi hani ama son zamanlarda insan içine çıkmak istemiyordu. Bir arkadaşı vardı fabrikadan erkek, kendisinden on yaş küçük , o önermişti psikiyatristi. Akıllı, kültürlü bir çocuktu, anlayışlıydı, iyi arkadaştı. Herkese anlatılmazdı ki bazı şeyler.  Ne gibi bazı şeyler?  İşte bu başına gelen şeyler gibi…

Her görüşmeye AİDS  korkusu ile başlıyorduk. Bir türlü  ikna olmuyordu AİDS  olmadığına. Kimler mi AİDS  olurdu, “Tabi ki  kötü kadınlar”, yani“yani fahişeler”...başka …”sapkın cinsellik yaşayanlar, eşcinseller”…Kötü bildiği cinsellikle bir derdi vardı belli ki…

Onüç yaşında ilk adet gördüğünde, yörede gelenek olduğu üzere tokat atmıştı annesi. Kendini sakınması gerekiyormuş artık , babasının yanında da daha dikkatli davranmalıymış. Sert ve kontrolcüymüş annesi,  bir gün başını okşamamış , sürekli eleştirirmiş. Kıskanmış annesi , babasını herkesten kıskanırmış, kendisinden bile. Üç kızın en büyüğüymüş ve babasının gözdesiymiş , bu yüzden de annesi gibi kızkardeşleri de onu kıskanırmış.

Nihayet artık güvendiğinde hikayesini anlattı. Bir gece vardiya dönüşü her zaman geçtiği yoldan geçiyordu. 5-10 dakikalık bir yol pek tenhaydı ama orası kestirmeydi. Yalnız gelirdi çoğunlukla. Kocası onu almazdı ya da başka biri… Zaten dirayetli bir kadındı , cesurdu. Ancak o adamla rastladığında işler değişti. O ıssız yolda tecavüze uğradığında “şimdi hastalığı sana da geçirdim” demişti adam. Demek ki bir hastalığı vardı. Yoksa niye öyle söylesindi.Belki de Allah onu cezalandırıyordu. Adam demişti ki Allah beni cezalandırdı ben de seni cezalandırıyorum. Hiç bişey diyememişti. Bağıramamış,ses edememişti. Bağırsaydı ya… adam öldürürüm seni demişti. Sonra eve gidip telaşla yıkanmıştı. Perişandı. Sonraki günler hep yıkanmıştı ama kendini sürekli kirli hissediyordu. İşte de elini sürekli yıkar olmuştu. Yanından bir erkek geçse gidip yıkanıyor, eve gidene kadar huzur bulamıyor, eve gidince gusül abdesti alıyor ama bir türlü temizlenemiyordu. Adamın dedikleri beyninde zonkluyordu:” Ben de seni cezalandırdı, hastalığı sana geçirdim”. Çocuklarına dokunmuyor , eşiyle yatmıyordu.   Evdekilere yorgunum diyordu, biraz zorladılar mı sinirleniyordu kimse  üstüne gelmiyordu.Bir tek iş arkadaşı delikanlıya açabilmişti konuyu. O fark etmişti durumu, hem okumuş anlayışlı çocuktu.  “ Abla sende bir  hal var de hele” deyince sanki kurtarıcıymış gibi ona anlatmıştı. O da psikiyatriste gitmesinin iyi olacağını söylemişti.

Kötü kadın hastalığı diye düşündüğü AİDS’i seçmişti suçluluk duygusunu ifade etmek için. Peki neden kötü kadın olsun, tecavüze uğramıştı suçu ne olabilirdi. “O yoldan geçmeseydim , bağırsaydım , belki biri  kurtarırdı, kalakaldım , ses edemedim “

Ancak yaşadığı suçluluk duygusu daha derinlerdeydi. Travma anında insanların hissettiği suçluluktan başka bişeydi. Kadın kendindeki cinsel arzuyu fark etmişti bi biçimde ama kaçıyordu bu farkındalıktan. Kocasının cinsel hayatının olmadığından, birgün tatlı bir söz duymadığından sözetti görüşmeler ilerledikçe.. Kocasının bütün gün evde oturup televizyon izleyen tembel bir şişko olduğunu söyler söylemez söylediğinden utandı. Anamın beni değer gördüğü adam da buydu dedi. Oysa o romantik  anlar özlüyordu. Anlayışla dinleyecek eş… genç delikanlı vardı bir kendisini anlayan.

Neydi bu kadında kendi cinselliğine karşı hem arzuyu hem suçluluğu barındıran? Başka hoşlandığı kimse olmuş muydu? Olmamıştı, ama ona teklif edenler çok olmuştu. Teklif eden kur yapan erkeleri buruşturup atmıştı. Sen kimsin ki bana teklif ediyorsun, sana mı kaldım demişti. Aslında içten içe hoşuna gitmişti beğenilmek ama kimseye de pas vermemişti.  Kendine layık görmemişti hiçbirini… Acaba o erkeklerden birinin ahı mı tutmuştu, çünkü o erkeklerle bayağı alay etmişti.

Kadında kendinin arzulanır oluşuna dair bir güven vardı, hiç eyleme dökmemişti ama arzusundan dolayı suçluluk duyuyordu. Arzuladığını söylemiyordu ama içinde tutmakta zorlandığı bir enerji vardı. Ayıptı, günahtı onun nazarında  bir kadının,  hele de evli bir kadının  başka erkeklerle flört etmesi.Bazı arkadaşları sen de bu kadar açık giyinme diye uyarmıştı;açık dedikleri de kısa kollu elbise… “Ne vardı canım, insan arasıra şöyle bi güzel giyinip salınsa. Onlar da kıskanıyordu zahir…” Arzusunu kabul etmiyordu, edemiyordu, arzunun suçluluğu başka duygunun öne geçmesine izin vermiyordu; ancak AİDS korkusu olarak su yüzüne çıkabiliyordu. Erkeklerin ahını mı aldım acaba diye hayıflanıyordu. Siyahlar giyiyordu artık, yas tutar gibi. Namaza başlamıştı affedilmek için. Ancak namaz sırasında cinsel imgelerden ve Allah’ın olmadığına dair vesveselerden namaz da kılamıyordu.

Acaba kanser olur muyum ?

Aşırı titizim ben, oldum olası temiz titiz evhamlıyımdır “ diyerek söze başladı Hayriye ; hastalık bulaşma korkusu ,  kirli hissettiği için ve temiz olmazsa kanser olacağı için sürekli kendini ve evi yıkama telaşı, bir türlü temiz olamadığı için de artık ev işlerini yapmaktan vazgeçme şikayetleri ile gelmişti.

Kırklı yaşlarında, baş örtülü, ilkokul mezunu, ev hanımı ve üç çocuklu idi. Ağız dolusu konuşuyordu. Sanki sıkmış sıkmış da ancak konuşabilmiş gibi, bir daha konuşamayacakmış gibi telaşla anlatıyordu.

İlk şikayetleri oniki yaşında ilkokulu henüz bitirmişken,  amcasının ondokuz yaşındaki kızının ayağında bir kitle çıkması ile başlamış.Operasyonla alınan ve yağ bezesi zannedilen kitlenin bir süre sonra tekrar etmesi üzerine biyopsi yapılmış ve kanser denilerek tedaviye alınmış. Kansere yenildiğini söylediği kuzeni iki yıl içinde ölmüş.

“Bu olay evde büyük bir acıyla anlatılırdı, kuzenimin babası da öldüğünden babam kuzenimi kızı gibi severdi, hatta bizden çok sevdiğini düşünürdüm  bazen . Ölümden sonra bende de hastalık olabilir mi diye evhamlanmaya başlamıştım.”

Amca kızı çok temiz değildi, erkeklerle de rahat rahat konuşurdu,hani kendisi gibi pek çekingen de değildi. Kanser olduğunu ilk duyduğunda eee ne olacak pis kızdı zaten diye bi düşünce geçiverdi aklından, hani nerdeyse...yok canım iyi kızdı, kimse hasta olmayı hak eder miydi, keşke biraz daha temiz ve edepli olaydı iyiydi… babasızdı kızcaaz  n’apcaklardı , kaderi kötü başlamıştı garibin  tabi sevip kollayacaklardı. O üzülmesin diye,  kimsesiz diye babası şeker getirince tabi önce ona verecekti…

O zamanlar bir akrabasından duyduğu bişey varmış saçmaymış ama uygularmış, erkek sıcağına oturmazmış, oturursa hamile kalacağını zannedermiş. Bu kuzen de ona gülermiş , böyle saçma sapan şeylere inanma dermiş. İnançsız olmak ne de kötüymüş.

Ölenin ardından konuşmak ayıp diyerek, kuzeniyle ilgili duygularını geçiştiriyordu. Biraz konuşunca onun hakkında kıskançlık dolu laflar ediyordu en çok , sonra biran fark ediyor ve utanıyordu.

Annesi aniden öfkelenir bazen sinirden bayılırmış, o da aşırı titiz biriymiş. Kendisini temizlik konusunda sürekli eleştirirmiş, “ Yaptığım hiçbir işi beğenmezdi, ev temizlesem arkasından bu nasıl olmuş diye bir de o temizlerdi”  Babası hep yorgunmuş , sanki dünyaya uyumak için gelmişmiş.  “ iki kızdan sonra beni erkek beklemişler,  ben de kız olunca biraz üzülmüşler, hayalkırıklığı olmuş ama bunu bana çok fazla hissettirmediler..  eee ne olacak , cahillermiş, yine de ikisi de  iyi niyetli ve fedakar insanlarmış.

Ondört yaşında ergenliğe girdiğinde çok utanmış, aylarca adet gördüğünü saklamış, annesiyle de zaten bu tip şeyleri konuşamazmış , ayıpmış. Evlendikten sonra annesiyle daha yakın olmuşlar. Cinselliği evlendikten sonra yaşamış, Evliliği severek, isteyerek uzaktan akrabası ile olmuş… altı yıl kayınvalide ve hayatı kendisine zindan eden dır dır konuşan  görümce ile yaşamış. Ailesi titiz olduğunu bilip çok üstüne gelmezmiş ama kayınvalide evinde bizi beğenmiyor musun bi sen mi temizsin diye eleştirilirmiş. Gusül abdesti alsa evdekiler fark edecek diye eşiyle yatmak istemezmiş, gusül abdesti alırken de bi türlü temiz olmadığı için tekrar alır azar işitirmiş. O evde kalmış görümcenin gözünden bişey kaçmazmış.

Amca kızı ve görümceyi anlatırken göz temasından kaçınıyordu. İkircikli duygular taşıdığı belliydi. Bir yandan her ikisine de kızıyor bir yandan da kızdığı için suçluluk duyuyor gibiydi. Her ikisini de temiz olmamakla ve cinsellik konusundaki rahatlıklarından rahatsız olarak anlatıyor ya da vurguyu cinsel alanda yapıyordu.

Görümcesine ne mi olmuştu? Zaten asıl sıkıntılar ondan sonra başlamıştı. Evlendikten sonra da titizdi ya, hastalıktan eskisi kadar korkmazdı ama asla cenaze evlerine gidemezdi. Evde yıkanan ölüye bakamazdı. O yıkadıkları sudan ölünün ruhu kendisine geçecek , uğursuzluk bulaşacak gibi gelirdi. Eşini de cenaza evinden geldikten sonra iki saat yıkardı , dokunduğu kapı kollarını söker yıkardı.Kullanılan telefonları bile yıkadığından birkaç kez telefonları bozulmuştu.

Küçük yer psikiyatriste gitsen adın deliye çıkardı…Eee n’apsınlar çevrenin ısrarı ile bu işlerden anlayan bir hocaya gitmişler. Hoca senin itikatın zayıf , şeytan içine vesvese sokuyor demiş , daha çok ibadet etmesini salık vermiş. Halbuki  ilkokuldan sonra kuran kursuna gitmiş, kuranı  okur , namazını vakitlice kılarmış. Abdest alması çok uzun sürermiş ya olsun… Kabul ediyormuş son bir yıldır yıkanmaktan çok bunaldığı için namazı da bırakmış, bak hoca ne muhteremmiş anlayıvermiş.

Bir yıl önce bişey olmuş mu? Evet. Grip nedeniyle doktora gidince sol göğsünde nohut tanesi kadar kitle saptanmış. Tetkikler yapılmış ama o tetkik sonuçları çıkana kadar gecesi gündüzüne karışmış.  Süt stazı-  mastit mi ne varmış, antibiyotik vermişler ama ya kanserse… Bu olaydan kısa bir süre sonra da görümcesinde akciğer tümörü saptanmış , işte asıl şikayetler ondan sonra artmış.Ya ben de kansersem benden saklıyorlarsa …. Hem kanser olunca dank diye derler mi adama … ama biliyormuş o,  fark ediyormuş insanlar ondan kaçmaya başlamış  evine daha az gelir olmuşlar…belli ki kanser var da kendilerine de bulaşırsa diye korkuyorlarmış.

Bu dönemde insanlardan iyice kopmuş, artık evine kimsenin gelmesini istemiyormuş, hele de görümcesinin … Görümcesi eve gelince onun oturduğu yere oturmazmış, bir paspas almış saatlerce o paspasın üzerinde otururmuş.  Kanserli görümce evlerine gelip yemek yedikten sonra ya kanser ondan bana ve çocuklarıma geçerse, gelmese daha iyi diye düşünüp sıkıntı yaşarmış. Eğer böyle düşünmese kendisi ya da çocukları kanser olur zannedermiş. Görümce gittikten sonra saatlerce evi temizlermiş.

Herkesin kanser olma riski olabilir diye kimseyi evine çağırmazmış, oysa kendisi insanlar benim evime gelmiyor,belli ki benden kanser kapmaktan korkuyor diyordu. Bu anlamda içgörüsünü tamamen yitirmişti.  Eşinden , çocuklarından  uzaklaşmış , dışarı çıkamaz olmuştu.

Televizyonda  kanserle ilgili bir program izlese , ya ben  de bir gün kanser olursam diye düşünüp korku utanç ve suçluluk duyarmış. Hatta bunu düşündüğü için bile kanser olma ihtimalinin olduğunu düşünürmüş.

Bir duygu var semptomda semptomdan içeri
 
Her iki kadın da benzer kültürlerden gelmişlerdi. Temelde kirlilik ve suçlulukla ilgili kaygılar taşıyorlardı. Kirlenme birçok şekilde olabilir. Gerçek anlamının dışında kirliliğe kültürün, kişinin ne atfettiği önemlidir. Kirlilik obsesyonunun yaratığı kaygıyı azaltmak için temizlenme kompulsiyonu devreye girer ama bir türlü temizlenme olmaz.
 
Kirlilik sadece kirlilik midir? Derinde yatan suçluluk duygusu, suçluluktan arınma  çabası, yazılan bir felaket  senaryosu ve abartılmış sorumluluk  içerir. Bu suçluluk kirlenme metaforu ile  karşımıza çıkıyor biçok kültürde…  Shakespeare’in ünlü tragedyası Macbeth’de ,  Lady Mcbeth ellerinde hep kan lekesi olduğunu düşünüyordu. Bir anlamda da vardı, hırsı yüzünden onca insan ölmüş , ancak öldürücü hırsını görmemiş kabul etmemiş, kocasının delirmesinden sonra bi biçimde içindeki kötü yanla rastlaşmak zorunda kalmıştı. Ve “git elimden kara leke" diyordu suçluluğu…
 
Semptomlar çoğunlukla kaçınılmak, bastırılmak istenen duyguların şekil değiştirmiş halidir. Benzer biçimde kanser gibi AİDS gibi hastalıkların metafor olarak kullanılması da, kişi ya da grupların kendi düşüncelerine destek amacıyla, yerine göre ahlaksızlığın yerine göre şiddetin kılıfıdır. Eskiden olduğu gibi günümüzde de hasta olan insanlardan, hastalığı bulaşıcı olmasa bile, özellikle hastalık deyince ölüm akla geliyorsa,uzak durulmakta ve hastalığa göre kişiliği , suçlu olup olmadığı, o hastalığı hak edip etmediği, iradesinin zayıflığı ile ilgili farklı yorumlar yapılmaktadır.Farklı dönemlerde verem, veba, cüzzam, frengi, kanser ve AIDS kişisel ve toplumsal düzeyde farklı birer ahlaki metafor olarak kullanılmıştır ve hala da kullanılmaktadır.
Metafor Aristoteles’in Poetika’sında  tanımladığı üzere, bir kavramı veya kelimeyi kabul edilenin dışında ve başka anlamlara  gelecek biçimde kullanmaktır. Geçmişte veremin, cüzamın günümüzde kanserin, AİDS’in savaşılacak bir düşman gibi görülmesi ve bi lanetle ilişkilendirilmesi gibi…
 
Susan Sontag  “Hastalıklar  ve Metaforları” kitabına hastalığı, “hayatın gece karanlığı , daha külfetli bir yurttaşlık”  tanımlaması ile başlar. Göğüs kanseri olduğunu öğrendikten sonra yazar, çevresinde kansere dair yaklaşımları değerlendirmeye başlamış ,hastalıkların sosyal konumlandırılışına kafa yormuştur. Hastalıkla ilgili kurulan cezalandırıcı ya da duygusal fanteziler üzerinde durmuştur. Odak noktası hastalıklar değil; onların üzerine yapıştırılan etiketler, onlara atfedilen çağrışımlardır. Sontag bu kitabı hastalığın içinden yazmış, kendi hastalığını kuşatan meteforları deşmiştir. Uzunca bir süre  genel kabul gördüğü üzere kanserle savaşmamış , onunla yaşamış ve bu dünyadan ayrılmıştır.
 
Kendisinden dehşetle korkulan ve ölümle sonuçlanacağı kesin bakılan her hastalık, düz anlamıyla olmasa da, sosyal ve psikolojik etkileri bakımından “bulaşıcı” sayılmaktadır. Belki hastalık bulaşmasının altında lanetin bulaşma korkusu vardır.  Biçok zaman kanser,tanısı konan kişiden titizlikle gizlenir, bilse de kendisi sormaz , yakınları zikretmez. Kanser olmak, ölümle birdir artık ve ölmekte olan bir insana karşı en iyi davranış , onun ölmekte olduğu bilgisini kendisinden saklamaktır. Diğer bir sebep hastalık adlarını dile getirmenin bile felaketi çağırdığı inancıdır .
 
Bu durum ölümle yüzleşmenin ne kadar güç olduğunun göstergesidir. Naciye’ nin öyküsünde yasaklanmış bir duygunun varlığı ile yüzleşmek de güçtür. Cinsel arzusunu kabul edemez. Çünkü ancak fahişeler sevişebilir iyi kadınlar evlenir ve bitek kocası isteyince onunla sevişir. Cinsel arzu duymak, dile getirmek yahut bunu çağrıştıracak duygu ve eylemler kesinlikle suçtur. Öyle utanılması gereken bir suçtur ki ,ancak bir  travma sonrası obsesyon olarak su yüzüne çıkabilir. Bunu hissetmek suç olduğu için de zaten hasta biri tarafından tecavüze uğrar ve  hissettiği suçun cezası tabi ki utanılacak bir hastalık olan  AİDS’in  bulaşmasıdır.
 
Hayriye’nin öyküsündeki hasetle yüzleşmek de , bir o kadar zordur. İmrendiği kadınlar gibi olamamayı kabul etmektense onlarda haset ettiği özellikleri kötü ve suçlu kabul etmeyi yeğler. Zaten öyle olduğu için de kötücül olduğu, kirli ve suçlu olduğu için de onlar kanser olmuştur.  Yüzleşmekten kaçındığı duygu ancak kanser korkusu ile hayat bulmaktadır. Bu duyguyla uğraşmaktansa kanser olma korkusu ile uğraşmak daha kabul edilebilirdir.
 
Naciye ‘nin AİDS , Hayriye’nin kanser korkusunu bilinçdışı olarak seçmesi, yaşadığı duyguların niteliğiyle kültürün bu hastalıklara verdiği anlam örtüşmektedir . Üstelik bu anlam sırf bizim ülkeye has değil,  bilinçsiz bir kitlenin yanılgısı da değil, tarih boyunca süregelen bir birikimin sonucudur ve günümüzde de büyük miktarda devam etmektedir.  Sontag ‘ın dediği gibi  “Anlaşılan toplumların, tarihin her döneminde, kötülükle özdeşleştirmek istedikleri ve suçu onun kurbanlarına yıkacakları bir hastalığa ihtiyaçları mutlaka oluyor.”
 
Yunanlılara göre hastalık, gereksiz ve haksız yere ortaya çıkabildiği gibi, hak edilmiş bir kötülük de olabilir. Hıristiyanlığın ortaya çıkışıyla birlikte, hastalık ile kurban arasında, daha yakın bir ilinti kurulmuştur. Hastalığın ceza olduğu düşüncesi, bir hastalığın özellikle yerinde ve haklı bir ceza olabileceği fikrinin yolunu hazırlamıştır. Müslümanlar arasında da hastalık bir ceza bi bedel gibi yorumlanmakta daha da ileri giderek kişinin inancını, itikatını sorgulamaya dönüşmektedir. Bu biçimdeki tehlikeli söylemler, hastalıkların kabahatini hastaya yıkmakta ve tüm çözüm ihtimallerini geçersiz kılmaktadır.Her şeye çare bulduğu düşünülen tıbbın , sinsice yayılan ve insanı ele geçiren bu hastalıkları denetleyemediğine inanılması ve bunun bir suçla ilişkilendirilmiş olması mecazi yükler taşımasının en büyük nedenidir. Bu görüş, hastalıkları; sırrı çözülememiş, mistik unsurlar olarak algılamaya neden olmuştur.
 
Kanserin ve AİDS’in etrafında örülmüş olan mit, insanın hastalığından kendisinin sorumlu olduğu önermesini öne sürmektedir. Hastalıkla ilgili psikolojik teoriler, suçu hastaya yıkmanın güçlü bir aracı olmuşlardır.  Kanseri basit bir hastalık olarak değil de, şeytani bir düşmanmış gibi görme eğilimi, kanseri sadece ölümcül bir hastalık değil, aynı zamanda utanılası bir hastalık durumuna da getirmektedir. Son iki yüzyıldır kötülük metaforu olarak  tanımlanan cüzzam ,veba , kanser ve en yenisi AİDS, toplumun bozuk veya adaletsiz olduğu ithamını yaşatmaya yöneliktir. Uğursuz musibetlerdir bunlar. Metaforlar savaş dilinden seçilmiş askeri jargonlardır.
Kanserli hücreler basitçe çoğalmazlar, onlar istilacıdır. Bu yüzden onlara karşı savaş açılmalıdır. İnsanın içini yavaş yavaş ve sinsice kemiren; aşındırıp çürüten ya da tüketen bir şeydir kanser. Medya kabul edilen bu kötücül çağrışımları  örneğin  “kansere karşı verdiği savaşı kaybetti…” şeklinde puntolarla dramatize eder.
 
AİDS metafor olarak vebanın yerini almıştır. Bu , toplu bela, kötülük, suç ve pek çok ürkütücü kabul edilemez ahlaksız duyguyu kapsayan genel bir addır.Böylelikle AİDS viral bir hastalık olmaktan çıkmış, ahlaki çürümüşlüğü temsil eder hale gelmiştir. Sontag’a göre kanser bize kirlenen çevreden , AİDS ise kirlenen insanlardan korkmayı öğretmiştir. Bunun sonucunda da sakınma , utanma , gizleme ve dışlama tepkilerini olası kılmıştır. Birkaç kuşaktan beri kanser ölümle anılır olmaktadır ve  türe özgü bir yenilgi olarak yaşanmaktadır. Artık o öcü AİDS’tir;  lakin AİDS  kanser gibi herkeste olmaktan ziyade, daha özel konumdaki daha sapkın kişilerde oluşacaktır.
 
Kanser mitine göre de, hastalığa sebep olan, devamlı bastırılan duygular vardır.İyimser bakış, bu bastırılmış duyguların cinsel arzular olduğunu düşünürken, günümüzdeki yaklaşım, bu duygunun şiddet eğilimi olduğunu öne sürmektedir. Wilhem Reich’ın kanseri tanımlaması da bu inanışı beslemiş gibi görünmektedir. Kanser, duygusal teslimiyetin, umut etmekten vazgeçmenin ardından gelen bir hastalıktır demiştir  Reich.  Bugün bişey bişey enerjileri ile insanları tedavi etmeyi vaad eden kişiler de bu umudu kullanmaktadır.
 
Hastalıkların böyle metaforlaştırılması metafizik düşüncenin kapısını aralamaktadır. Hastalığın ölümle eş değerli kullanımı, neden sonuç ilişkisinin, çevresel faktörlerin, ekonomik durumun, çalışma koşullarının göz ardı edilmesi fiziksel hastalıkların kişinin kişiliği ve inançlarıyla ilişkilendirilmesine neden olmaktadır. Zayıflıkları, farklılıkları, sapmaları ve hastalıkları; çürüme ve ahlaksızlığın izdüşümü olarak görünce, itaatsiz ve çoğunluğa uyumsuz kişi veya kişileri dışlamak ve bir anlamda yok etmek rasyonelleşmektedir. Bu tür kişi veya kişilere toplumun sağlığını bozan bir hastalık gözüyle bakınca insandan uzaklaşılmakta, insanı yabancılaştırma, insana yabancılaşma söz konusu olmaktadır.
 
Susan Sontag kitabını hastalıkların metafor olarak kullanımından kurtulma çabasına adadığını belirtmektedir. Çünkü “Hastalık gerçekte bir metafor değildir, onunla hesaplaşmanın en dürüst yolu metaforik düşünceden kopmak ve hastalığa en yüksek dirençle karşı koymaktır”. Susan Sontag’ın, hastalıkların kendi anlamları dışında, ahlaka ve statükoya destek olmak amacıyla metaforlaştırılarak kullanılmasına karşı oluşu, hastalıkların insanların karakterleriyle eş değerli anılması, bazı hastalıklara atfedilen romantik yakıştırmalar ve edebi yaklaşımlardan kaçınmak içindir. Bu çağrışımlara teslim olmak, hastalığa yol açan gerçek etmenlerin göz ardı edilmesine, yukarıdaki her iki öyküde kabul edemediği duygularla yüzleşmenin engellenmesine neden olmaktadır.


**Psikeart Dergisi " Obsesyon " sayısında yayınlanmıştır.