DÜĞÜM


Gelecek birini özlemenin acısı tatlımsı acıdır.  
Gelmeyecek birini özlemenin acısı bilge acı…



Kasımpaşa Stadyumu çok mu uzaktı? Kalabalıkmış,it kopuk varmış. Olsundu ne olurdu. O kadar it kopuğun olduğu zamanlarda Galata Kulesi’nin dibindeki evimde yalnız yaşayabiliyordum oysa. İşin aslı futbolu sevmiyordum…Olsun sevmeyeydim, kardeşim oynayacaktı gidip izleyeydim. İstanbul’da birtek ben vardım kimsesi çocuğun. Gidip izleyeydim. Sahi hiç izlemiş miydim?  Yok izlememiştim futbol oynarken onu. Oysa nerdeyse altı yıldır futbol oynuyordu ve artık profesyonel lige çıkıyordu. Para bile kazanıyordu. Bir yandan da okuyordu. Bu sene bitirmişti liseyi, seneye üniversiteli olacaktı. Bir sene önce o eşiği geçip, evden ayrılınca, ailemi Ankara’da bırakınca daha az görüşür olduk . Evimde ağırlıyordum canım kardeşimi. Üç ay konuşmamıştı annem kendi isteğimle göç ettim diye. Mecburi hizmet olsa neyse, ama ben kendim gidiyordum. Niye böyle yaptı bu kız demezler miydi? Ankara’da çalışacak hastane mi yok demezler miydi? Hem koca İstanbul bir başıma beni yutmaz mıydı? Of  anne doktor oldum canını teslim edecek insanlar, bir canın sorumluluğunu tek başıma alıyorum da … Onbeş  gün çalışıp kazandığım parayla pasta almış, ağızlarında son bir tatlı bırakarak vedalaşmak istemiştim. Kız kardeşim, erkek kardeşim ve istemese de babam yemişti pastadan. Annemse ne pastadan yemiş ne beni yolcu etmişti…Sonra  bavulumu taşımıştı kardeşim, sarılıp  yolun açık olsun demişti.


Üç ay konuşmamıştı inatçı annem. Ağlayıp duruyormuş öğrendiğime göre, oysa bu ağlamaların ne boş olduğunu anlaması için bir sene bile geçmeyecekti. Ağlamanın hasını yaşayacak , gözleri kuruyacaktı. Keşke ağladığı ben olarak kalsaydım.
Birkaç yıl önce kardeşimin benimle konuşmak istediğini anımsadım, kitap okuyorum şimdi dediydim. Ah kitaplar kararaydı da konuşsaydım, bir daha konuşamayacağım aklıma hiç  gelmemişti. Kendi derdimde yanıp duruyordum işte, onun ateşinden habersiz. Gerçi dediklerine göre , öleceğini biliyorduk niye bu kadar şaşırıyorsun demişim , haberin şokuyla kız kardeşime sarıldığımda. Nerden biliyorsam . Biliyor muydum? Bilmem. Diyivermişim o zaman,  hatırlamıyorum. Cenazeyi de sisli, çok eski bir anı gibi , benim olduğundan emin olmadığım sisli bir anı gibi hatırlıyorum.  Sanki toprağa verilen gencecik bedeni öperken ben ben değilmişim gibi, yanlışlıkla girdiğim bir rüya gibi…


Göremedim onu top peşinde koşarken , o heyecanına şahit olamadım. Kasımpaşa Stadyumu duvar oldu önümde, tekrar tekrar dirildiğim  mezar oldu. O maça niye gitmedim diye ağlayıp durdum günlerce.Sanki gitsem ölmeyecekti, sanki gitmedim diye ölmüştü. Her şey bulanıkken  Kasımpaşa Stadyumu resmin ortasında kapkara bir leke oldu. Kendi içine dönüp duran bir zindan oldu. Geleceğin forveti diyorlardı, ben birgün izleyemedim ve bir daha da izleyemeyeceğim. Günlerce içim içi yiyerek, o it kopuğun olduğu stadın önünden geçip durdum.  O stad suçluluğumun, pişmanlığımın kalesi oldu. İlgilenmemiştim onun sevdiğiyle, ben sevmiyordum futbolu ama o seviyor o oynuyor diye gidebilirdim. Evde yastıklarla futbol oynardı, işte bi o zaman görmüştüm. Bize şut çekişini, spiker gibi konuşup ve goool deyişini sıcacık hatırlıyorum. Profesyonel ligde oynamayı başlamıştı ama evdeki yastıklarla gol atmaktan vazgeçmemişti, eğlenceliydi işte ,biraz da gürültülüydü. Hırçındı bazen. Oysa ben sevememiştim bu top peşinde koşma işini. Olsundu sevmeyeydim , o seviyor diye bi dönseydim yüzümü . Baksaydım topun yuvarlağına, baksaydım sahanın enginliğine , baksaydım kardeşim gözlerinde yanan ateşe ve sonraki karanlığa…


Evet yılar sonra anladım, gitmek isteyen tutulmuyor. Evet ben onunla ve sevdikleriyle ilgilensem de gidecekti. Bize gidenin ardından hayatta kalmanın suçluluğu kalacaktı. Becerebilirsek yas tutmak kalacaktı. Yas tutmak ne zordu. Oysa bi katman getiriyordu yas hayata, değişim , dönüşüm…yaşamın dönüm noktaları , atomların çarpıp farklı yönlere gitmesi, sonra başka bir çarpışma ve başka yönler…Hatırladım, yıllar önce  o terasa bakıp da atacağım kendimi birgün  buradan dediğini, unutmuş olduğumu hatırladım bu konuşmayı. Öylesine demişti işte , deriz ya bazen öylesine. Belki unuttuğumu sandığım hatıralarımda duran bu konuşmadan ötürü demiştim öleceğini biliyorduk diye. Mantık devreden çıkınca hatıralarda dışarı çıkabiliyor. Biliyordum ve bişey yapmadım öyle mi, bu yüzden stada takılı kaldım, stadı bırakırsam canım daha çok acıyacaktı. Stad acıma kamuflaj oldu, hem de acıyı içerde sıkıştırıp büyüten duvar oldu.  İnsan nasıl da takılıp kalıyordu böyle saçma bir simgeye. Suçluluğun, pişmanlığın, acının soyut ağırlığından nasıl da sığınmak istiyordu somut bir mekana. Çekilmeyen acılar takip ederdi oysa.  İçinde durup yanmadan acı soğumuyordu.


Annemin konuşmasını , hep aynı şeyleri söylemesini de aynı güçlükle geçiştiriyordum. Bir de onun acısına şahit olmaya tahammül edemiyordum. Bir araya gelip konuşmaya başladığımızda nefes alamıyordum. Nice sonra birgün sırf biraraya gelip konuşmak için gittim Ankara’ya . Özellikle konuşmak için, özellikle acıyı masaya yatırmak için. Sordum onlara bu acıyla nasıl yaşadıklarını, nasıl baş ettiklerini, nasıl anlamlandırdıklarını…”Keşke doğunca ölseydi dedi annem , ilk oğlum iki aylıkken ölmüştü, üzüldüm ama geçip gitti işte, siz doğdunuz hayat devam etti,  ama şimdi değil unutmak hatırımdan çıktığı bir an bile yok. Yirmi  yıllık emek…koca delikanlı…durduk yere gitti. Bir de kendi isteyerek gittiyse. Yok yok onu hiç aklıma getirmek istemiyorum. O gün antremanda bayılmış, bişeyi vardı çocuğun belki , sorunca kızdıydı  bana ama keşke üsteleseydim , keşke neyin var oğlum diye sorsaydım ısrarla. Ekmeğini yarım bırakıp çıktı gitti , keşke gitme deseydim.” Annemde “gitme deseydim”e takılıp kalmıştı. Bana demişti gitme ama gitmiştim , öğrenmişti belki de gitme demenin bir işe yaramayacağını…Dışarı gider gelir demişti, giden kızına yanıyordu hala. En zor gitmenin başka bir şehirde başka bir evde uyuyor olduğuna yanıyordu hala. En büyük gitmenin ne olduğunu bilmiyordu henüz. Gitmenin toprak olduğunu bilmiyordu henüz. Gencecik oğlunu toprağa koyunca o topraktan bi yumak oldu annem , yumak değil taş oldu , sert katı, geçirimsiz. Ve kızgındı, kendine, oğluna… oğluna kızgınlığını diyememişti hiç, ölenin ardından kötü konuşulmazdı, içinden geçirsen de dile dökemez , bi de ona kızdığın için suçlu hissederdin ya öyle. Kendine kızdığını da ‘ekmeği yarım kaldı’, ‘gitme deseydim’ sözlerine sığdırmaya çalışıyordu. Onun somut mekanı da orasıydı. Başı mı döndü acep diyip duruyor, yas evresinin pazarlık aşamasında gidip geliyordu. Sakat kalaydı da ölmeyeydi diyordu. Futbol oynuyordu çocuk. Olsun varsın oynamayaydı, kötürüm kalmasına razıydım  diyordu. Ölümü görüp sıtmaya razı olmak gibi.  Ekmeği ağzına aldığında pişmanlığını yutuyordu her defasında. Pişmanlık düğüm oluyor, ekmek boğazından geçmiyor, gözlerinden yaşı söküp alarak iniyordu aşağı ancak.


Ya babam… Beş hayata yetecek  acıyı tek başına  yaşayan babam. Kırk  günlükken babasız kalıp , en büyüğü daha  onsekiz olmayan bir abiye baba diyen babam.  Babasız büyüdüm sen de öksüz bıraktın oğul diye ağlayan babam…Trafik kazasında ölümden dönüp tek bacağı sakat kalan babam. Otuzbeş  yıl boyunca akıl hastanelerini dolaştırdığı hasta bir abinin çaresizliğini yaşayan , öldüğünde hem abisinin hem kendilerinin rahatladığını düşünmenin suçluluğunu yaşayan babam. Sessizliğiyle somut bir acı olarak duran babam. “Ya hastaysa kızım , abim de o yaşlarda hastalandı , abime çok benziyordu , hasta olup yıllarca acı çekseydi, eriyip gitseydi... Kendi gitmek istediyse belki de hastaydı, ama hiç bilemiycez. Bi not bıraksaydı ardından keşke. “Babam bilinmeze güvenmeyi seçmişti. Bildiklerinden sonra bilinmeze güvenmeyi seçmişti.


Nice sonra girdim o it kopuğun olduğu Kasımpaşa Stadyumu’na. Hep yolundan geçtiğim , sonra  o yoluna girmekten vazgeçtiğim standın içine girdim. Onun  koşturduğu sahaya indim , ayaklarım yanarak yürüdüm. Közlere basa basa yürüdüm ,  gözyaşlarım közleri harlıyordu ama olsundu  yürüyecektim. Yanmadan bitmeyecekti bu ateş. İşte ondan sonradır  spor yazarlığı yapmam.  Pişmanlığın kefareti diyelim, baş etme diyelim , yüceleştirme diyelim.





** Psikeart Dergisi "pişmanlık" sayısında yayınlanmıştır.