KARYANGINI

 
Yaşamlarımız birer puzzle sanki,  başka yaşamların biraraya gelmesinden oluşuyor ve bir zaman bozuluyor puzzle.  Kaybolan parçaların yerine yenilerini aramakla geçiyor ömrümüz ve ne kadar çok yaşam bağlı birbirine… 


Bu yazıdaki puzzle’ın başrolünde  hüzünlü , direngen ve kalbi kırık mor bir kardelen var.  Yıllardır kendini dağlalesi sanan ve dağlalelerine tutkun bir kardelen… Gökyüzü sisli, irtifa yüksek… Zaman zaman sis dağılıyor görünür oluyor dağ bayır , sonra hırçın bir rüzgar “dokunsan ağlayacak bulutlar”ı taşıyor. Mevsimler birbirine girmiş , şu an orda olmamayı arzuluyor.  Bildiği,alıştığı gölette kaybolan yüzlercesi gibi olmak istemiyor. Evet o gölet güvenlikli, başını sonunu biliyor , lakin akmayan su kirleniyor da. Hareketsizleşiyor da…Sonra yosun tutuyor dibi. Yürüsen kayacak kadar… Düştüğü yer de belli, doğru , hep aynı duvarlar hep aynı sınırlar, güven için herkesin vazgeçtiği özgürlükler… Puzzle’ den ötesi isteniyor belki de. Puzzle’ ın boş kalan yerine başka bir renk yasak . Oysa gökkuşağını düşün , renkler birbiri içinden geçer. Bir renk hem kendisidir hem öteki . Renkler prizması olabilmeyi mi arzuluyor kardelen ?  Zaruri  pembeye  , zaruri maviye mahkum olmamayı mı arzuluyor?  Bilinmezin heyecanını mı arzuluyor?  Bilinmeyene güvenmek istiyor kardelen.  Risk almayan zafer kazanamaz. Bulutsuz bir anı bulup o dağın yamacından süzülmek istiyor. İneceği yeri tahmin etmek ama emin olmamak,  bilinemeze güvenmek istiyor. Bilinemeze tahammül edemeyen insanlar arasından bir kuş gibi uçup bilinemeze tahammül etmeyi denemek istiyor…


İlkyazda geziye çıkıyor kardelen, yanından geçiyor büyük bir bahçenin. Hayatındaki tüm güzel insanlar birer çiçek olmuşlar bahçede. Güzel kokulu ıtırlar, ılgınlar, ayrıkotları arasından başını çıkaran sarı papatyalar, lalelerle yanyana rengarenk güller, bir köşede bembeyaz ölümcül güzellikte bir zakkum, duvarı sarmış yaseminler, yer yer yaban çiçekleri ve kırılgan gelincikler... ve görüntülerine kanılmasını bekleyen saldırgan ısırganotları, parçalayıcı devedikenleri, sinsice yaklaşıp nefesini kesen şeytantüyleri ve diğer yalancı, üçkağıtçı pusuda bekleyen ne kadar ot varsa hepsi... Kenarda küstüm çiçekleri... el değmesini bekleyen ama değince de kapanıveren... Bahçeyi uzaktan seyrediyor . Herbiri bir süre dünyayı güzelleştirip gidecekler. Kalan tek şey soyut bir çiçek kavramı olacak. Gülleri kokluyor ama bu sefer dikkat ediyor gelinciklere. Nasılsa hep oradalar dememeyi öğrenmiş, onların rüzgara direnmeyi çabuk bıraktığını biliyor. Koşarcasına yürüyor ama ayağının altındaki toprak kayıyor . Sanki bir türlü elini değemiyor. Kokusunu duyuyor yalnızca,içinde duyumsuyor. 


Diğerlerine yer bırakmak istemeyen çürümekte olan çiçeği görüyor . Onu bahçede tutmak istiyor ama beraberinde getirdiği böceklerin tüm bahçeyi sarmasından endişe ediyor.  Bir ilişkiyi sonlandırmak , bir çiçeğinden ayrılmak elini kolunu ısırıyor. Ama bahçesini korumak istiyor.  Eli kanayarak  söktüğü çiçeği özenle kenara koyuyor, bahçede dolaşmayı sürdürüyor. Pembe yıldız çiçekleri bağrını açmış selamlıyor onu. Duvardan sarkmış turuncu boru çiçekleri yüzünü yalıyor, turuncu bir ışıltı bırakıyor gözyaşının süzüldüğü yolda.  Yerini ebediyen bırakan çiçeğe dokunuyor, yabansı siyah laleye... Bu erken açıp tez giden çiçeğin yerine gökyüzünü mü koyacak?  Yerine koyacak bişey bulamıyor, hayatını öne sürüyor. Bahçeden yana ilkyazda bir gezintiden sonra kendi kışına dönüyor. Yağan kara yüzünü uzatıyor. Başını göğe uzatmak için topladığı bu güçle buzun altına giriyor. 


Her taraf sessiz ,insanlar uykuya dalalı çok olmuş. Gözkapaklarındaki sinsi yorgunluk “hadi artık uyu” der gibi, oysa yok olup gidiyor başımı yastığa koyunca. Geride uykusuz ,yorgun gözler,onlardan daha yorgun ve karışık  bir beyin. Gecenin sessizliğinde bir ses duymak için çığlık atıyor, bekliyor ki gelsin sesi geriye. Yo yo hiçbirşey yapamıyor, herkes uykudayken, gece lal iken o çığlık çıkamıyor boğazından. Geriye dönen yine sessizlik…Belki radyodan gelen  yanık bir halk şarkısı uzak, cansız…yani elini değemeden ,  dokunamadan…Sevgiliye de dokunmadan sevgi yerine oturmuyor, kokusun içine sinercesine sarılmadan, gözü sende kalırcasına bakmadan…
     
      sancılı zonklamalar toplamalı insan gültarlasından
      hasat vaktine reçeller kurmalı
      güneş tepesinde doğmadan kavrulmalı aşktan ve şaraptan
      yaprakları kımıldatacak kadar rüzgar yeter  dağıtmaya efkarı
     efkar dediğin bir tutam karagöz
               yar’a benzer
                        açmalı ki göğsü pembe koksun
      yar dediğin şimdi başkasının göğsünde kokar       
 

İlkbahara duran karlı dağlarda çocuklarına bakıyor Kibele.  Çoğu çarçabuk büyümüş ve başkalarını yaralamayı öğrenmişti. Sonra mor saçlı kızını alıyor kucağına, saçlarını okşuyor. Mor’a boyanıyor elleri. Yopyoğun bir morlukta kanayan kızını avutuyor. “Sana keyifli masallar anlatamam  artık. Acına müdahale edemem. Bir dost eli yokedemese de acıları azaltır belki, üstesinden gelmeyi kolaylaştırır .”  Derin bir morlukta kalakalıyor kızı. Çığlık kırmızısına yakın,tenha bir morlukta… Başını okşadıkça küçülen, sonra gözden kaybolan Kibele’ye bakıyor. ”Tekrar Kibele’nin varisi olabilmeyi ne çok isterdim” diye geçiriyor usundan. Oysa o kadar küçük ki şu evrende. Güneşe doğru uzattığı mor başı geçmişini ve geleceğini bilmediği evrenle , koskoca evrenle karşılaşıyor. Tek amacı maksimum düzensizlik ve minimum enerjiye ulaşmak olan , bunu yaparken de yalnızca rastlantılarla çalışan evrenle…Çığlıklarını kusacak, bağırıp dövecek birini arıyor ama suçlayacak kimsesi yok. Her şey çıldırtacak kadar rastlantısal. ”Belki de evren benim tek bir hücremdir ve ben herşeyi değiştirecek kadar güçlüyümdür “diye düşünüyor , ”Acıyı dönüştürmenin tek yolu yaratmak olabilir belki de...”  oturup puzzle’ındaki çiçekleri yazıyor. 
        
       “yapayalnız bir kuş
                ayrılığa ağlarsa
                ayrılık önemsenir
                yapayalnız o kuş
                        biliyorsa ki yarın sevgilisi gelecek
                bak
                şarkısı dinlenir”

bir şarkı ki ,ne zaman dinlese alır götürür ruhunu uzaklara…Eşlik ettiği flütün gizemli hüznüne…Flüt gibi curanın da küçüklüğü duygusunun büyüklüğünde yok olur gider ve  onların hüzünlü şarkısı yalnız kuşun kanatlarıyla   taşınır nicedir. Ne zaman duysa, içinde bir kuş kanadı pır pır eder. Uçmaktan vazgeçse de artık kuş,duyulmasa da kanat çırpışları yine de bir şeyler kalır geride karyangını gibi bir şeyler…   


*Psikeart Dergisi "Ayrılık " sayısında yayınlanmıştır