ANASAYFA » SANAT VE » PSIKEART DERGISI 121484 » GOKKUSAGININ ALTINDAN GECMEK

GÖKKUŞAĞININ ALTINDAN GEÇMEK

 
Uzun yıllar önce  ailesiyle beraber ülkelerinden ayrılmış ve Bursa civarına yerleşmişlerdi. Kendisi üniversite için İstanbul 'a gelmişti de tanışma şansımız olmuştu.  Bir yaz onları ailesinin evinde ziyarete gittiğimde "gel gel "dedi "seni kiminle tanıştıracağım , ilgini çekecek "
 

Güneşli bir öğle sonrasında, bol ağaçlı bir bahçede karşılaştım sözettiği kişiyle. Beni görünce ayağa kalktı. Koyu kahve bol bir takım elbise giymiş, içinde cebinde köstekli saati bulunan  bir yelek vardı. Kısa beyaz saçlarının üzerine küçük beyaz bir şapka  takmıştı.  Arnavut erkeklerinin klasik şapkası "keleş" olduğunu öğrendim. Seksenli  yaşını geride bırakmış, romatizmadan yaşlılıktan zor yürüyor olmuştu.  Anneannesinin kardeşi olduğunu söyledi arkadaşım Jülide, büyük dayısıydı yani."Yok  dayımsı diyelim "dedi kulağıma . Kararlı ve sertçe elimi sıktı dayımsı , tiz erkeksi bir  sesle "Hoşgeldin evladım" dedi. "Hoşbulduk amca" diyiverdim soru dolu gözlerle arkadaşıma bakarak. Daha önce bahsettiği yeminli bakire hikayesini , detaylıca anlattı sonra
 

Ali dayı , Kuzey Arnavutluk'ta eski bir gelenek olan yeminli bakire denilen  burneşa idi. Burneşalar   cinsiyet temelli baskıdan kurtulmak için  yaşamlarına erkek olarak devam etmeyi seçen kadınlardı. 15. yüzyılda başlayan bu gelenek,Arnavut kadınların henüz bir bakireyken ettikleri yemine dayanıyormuş. Çoğunlukla ailenin reisinin erkek bir varis bırakmadan öldüğü durumlarda mirasın aileye kalması ve yönetiminin sağlanması için, bazen de istemedikleri evliliklerden kaçınmak için  bakirelik yemini eden kadınlar, böylelikle  erkeğin yerine getirmesi gereken sorumluluklarla birlikte erkeğe tanınan tüm özgürlüklere de sahip oluyorlarmış. Erkek elbiseleri  giymekte oy kullanmakta, silah taşımakta, saat takmakta, sigara içmekte, mal mülk alıp satmakta özgürlermiş. Tarihi olarak pederşahi Arnavut toplumunda, başlarında oğul ya da bir baba figürü olmayan aileler, lidersiz kalmış kabul ediliyormuş. Babanın onurunu ve prestijini bu bölgelerde -eğer kadın, erkek evlat yerine hep kız çocuk doğuruyorsa- ancak bir kız çocuk kurtarabilirmiş


Ali dayı bacaklarını açarak oturuyor ve sertçe sigarasını içiyordu. Ali dayı , yıllar önce  Aliye iken erkek olmaya karar verdiği o günü anlattı. Uzun siyah saçlarını kesmiş, elbisesini çıkarıp babasının şalvarını giymiş, bir av tüfeğiyle kendini silahlandırmış ve evlilik, çocuklar ve seksten vazgeçmeye yemin etmişti.

“O zamanlar, erkek olmak daha iyiydi, çünkü bir kadınla bir hayvan aynı şekilde muamele görüyordu” diyor. "Babam öldüğünde dört  kız kardeşim ve annem yalnız ve güçsüz kalmıştı. Tarlamız erkeksiz ve sahipsiz kalmıştı.  Hem babamın mirasını almak hem annemi ve kardeşlerimi korumak için erkek oldum. Evlenmeme yemini  ederek özgürlüğümü aldım. Evlenip ne yapacaktım bir erkeğin her dediğini yapan ona çalışan onun malı olan biri olacaktım. Cinsel hayatım olmasa ne olur , zaten bizim memlekette kadın üremek ve ev işini yapmak için gerekli , eh ben böyle daha memnunum. "
 

Bakire kalacaklarına söz vererek cinsiyetlerinden sıyrılmak bu kadınlar için erkek-egemen toplumda kamusal yaşama girmenin yollarından biriymiş. Erkeklerin yönettiği bir dünyada ayakta kalmakla ilgili bir şeymiş. Erkekler gibi giyiniyorlar ve hayatlarını erkekler arasında geçiriyorlarmış.. Kendileriyle alay edilmiyor, aksine kamusal yaşama kabul ediliyor, hatta övülüyorlarmış. Fedakarlık yaptıkları için saygı da duyulurmuş.  Bazıları için bu seçim kadının kendi özgürlüğünü kabul ettirme ya da kendisi adına başkalarınca karar verilen bir evlilikten kaçma yoluymuş. Sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarılan bu gelenekle yarı insan olan kadın biraz daha güçleniyormuş. Ama bakire kalmak koşuluyla.Bir kadının hayatı erkeğinkinin yarısı kadar değerliyken, bir bakirenin değeri nerdeyse erkeğinkiyle aynıymış.


"Yıllarca evi ben yönettim, erkeklerle inşaatlarda çalıştım, sigaramı içtim camiiye gittim. Yeğenlerim benim iznim olmadan evlenemezdi.İstediğim yere gidiyordum ve kimse bana hakaret edemiyordu, çünkü onları dövebilirdim.Hiç korkmadım. Sadece erkeklerle birlikteydim. Kadınlar gibi konuşmayı bilmem.”  Onyedi yaşında erkek olduktan sonra bir tabanca taşımaya başladığını söylüyor Ali-Aliye. Düğün gecelerinde erkeklerle oturuyormuş. Hatta kadınlarla konuşurken utanarak geri çekildiklerini anımsıyordu
 

"Peki hiç aşık oldunuz  mu?" deyiverdim.
‘Aşık olmak bizim için ölümdür’  dedi. "Toplumda yaptığımız fedakarlıktan ve cesaretimizden ötürü saygı duyuluyorduk. Eğer evlenirsek biz erkek olduğumuza göre kadınla evleneceğiz, bu da eşcinsellik demek , tabi eşcinsellik asla kabul edilemez. Cezası ölümdür.Erkeğin sahip olduğu özgürlüklere sahip olmak için bedel ödedik yavrum kadınlığımızdan vazgeçtik, aşktan da vazgeçtik."


Yeminli bakire olmanın bir gereklilik ve fedakarlık olduğunu söylüyor. “Bazen kendimi yalnız hissediyorum, bütün kız kardeşlerim öldü, ve ben yalnız yaşıyorum” diyor. “Ama hiç evlenmeyi istemedim. Rejim değişip komünizm gelince bazıları erkeklikten vazgeçti, Bana da kadın elbisesi giydirmeyi denediler, ama ben artık kadın olamazdım, bunca yıl erkek olarak yaşamışım, ameliyat falan olmuyorduk ama ben erkektim artık. Onlar da anladı bunu ve beni kendi halime bıraktı.Bakire olarak öleceğim ben, evlenseydim ne mi olurdu , ne olacak sıradan bir Arnavut kadını gibi yaşardım, saygı görmedikten sonra..." Tanımladığı ve yaşadığı öyle bir  özgürlük alanıydı ki, erkeklerin olduğu her yerde var olabilme hakkını geri vermek istemiyordu.  

Sanırım yarı erkek yarı kadın olduğumu söyleyebilirsiniz,” dedi gülümseyerek kendinden emin, ödül  kazanmış birinin edasıyla. Aslında ödüllendirilenin kadın olmak değil yine erkek olmakla ilgili olduğunu düşünmüyor, erkek dünyasında erkek gibi olmanın kısmi özgürlüğünden memnun görünüyordu. Erkek olmaktan duyduğu mecburcu sevinç ve yaşam hakkını gasp eden erkek egemen tahakküme yine onların oyunuyla dahil oluşu karşısında içimde bir sızı hissediyor, rızanın böylesine dönüşümünü tek çare olarak algılayışını üzüntüyle karşılıyordum.
 

“Erkek gibi” tanımına başvurulduğunda kadınlık zaten değersizleştirilirken, bu tanımın yüklendiği  kadınlar da yüceltmeyle karışık bir aşağılamaya maruz kalırlar; Çünkü “erkek gibi” ifadesiyle, bir yandan idealin erkeklik olduğu belirtilirken  bir  yandan da “ama sonuçta bir kadın, olması
gereken değil” içeriği aktarılmaktadır.
 

Kendisini kimsenin zorlamadığını , koşullar öyle olduğu için bunu gönüllü yaptığını söylüyordu. Ancak bu gönüllülük,  belki doğrudan bir baskıya itaatın karşıtı olarak dile getirilmekle birlikte  yine de sistemin benimsenmesinden doğmaktaydı. Egemenler ya cezayla ya yoksaymayla ya da  bir biçimde ikna ile  sistemin yeniden üretimini sağlayacak edimleri kişiye empoze ederler. Geleneksel ataerkil statü,  kadın için bir ceza gibidir. Bundan kurtulmak için erkekleşme seçeneğini kabul etmek ne derece özgürlük ve gönüllülüktür bilmiyorum.


Küçük bir kızken  ''Allahım keşke ben erkek olsaydım'' der, ''bir erkek kadar özgür'' olabilmek için dua ederdim. Ailem tutucu olduğundan falan değil, benim, erkeklerin her halükârda kadınlardan ''daha eşit'' ve ''daha özgür'' olduğunu ve bana verilen özgürlüklerin yetmeyeceğini daha o zamandan anlamış olmamdan kaynaklanıyordu bu özlem.. Gökkuşağının altından geçince cinsiyetin değişir derlerdi küçükken denedim ama geçemedim altından..Gökkuşağının altından geçmek mümkün değildi ama içine hapsedildiğimiz cinsiyetlerin tanımı değiştirmek mümkündü.


"Manisalı hala" ismiyle haberleri ve belgeseli yapılan bir trans -erkek öyküsünü hatırlıyorum. Yıllar sonra köyüne gelince esrarla , fuhuşla özdeşleştirilip ciddi tepki almış, sonrasında köylülerin her işine koşarak  kendini sevdirmişti. Belli ki erkek gücü gereken yerlerde her işe koşmaya hazırdı, ve bu yönü ile de birçok kişinin işine yarıyordu.  Kahveye gidip ben size karılarınıza çocuklarınıza bir yanlış yaptım mı , kendi halimde yaşayıp  gidiyorum demişti.  Kadın giysileri giyip kadın işleri yaptığını kendini kadın gibi hissettiğini söylüyordu. Ne yazık ki kadınlığı toplumsal cinsiyet rolleri içinde tanımlıyordu kendisi de.  İnsanlara işlerinde yardım etmek , bir tür emek fedakarlığı yapmak ve cinselliği yaşamamak sözü ile kabul görmüştü. Burneşalar erkek kılığına girip kadınlığı ve cinselliği feda ederken , Manisalı hala da kadın kılığına girip cinselliği ve emeğini feda ediyor ve toplumsal roller içinde kadınsılaştığını zannediyordu. Ameliyat olmasını önermemişlerdi köylü kadınlar , o zaman kocalarımızdan kıskanırız diye. Kadınlığına aslında yine izin verilmiyordu. Ve erkeğin kardeşi "hala" diyerek yine erkeklerden sakınılarak , ensest yasağı ile kocalarını koruyorlardı.Kendisi de abla yerine hala söylemini tercih ettiğini söylüyordu. Aynı ensest yasağı ile kendini korumaya alarak.


Eril veya dişil bir bedenle doğarız ancak bu bedenin biçimlendirilmesi içerisine doğulan kültüre özgü algılamalar  yoluyla olur. Bedensel farklılıklarla doğarız ama bu bedensel farklılıkların biçimlendirilmesi, yok edilmesi, derecelendirilmesi topluma, kültüre, sınıfa ve kişiye bağlı olarak
değişir. Oysa bir kimseye “erkek”, “kadın” veya başka bir şey dediğiniz an onu tüm varoluşsal nitelikleriyle bu kategorinin içerisine sokuyorsunuz demektir.
 
Erkeklik bir kurgudur, bir yanılsama ve fantezidir ama aynı zamanda bir gerçekliktir de. İçinde gerçekliği yaşadığımız bir fantezi ... İnsanların olmazsa olmazı, onsuz yapamadığı bir iktidar ve arzu odağı... Toplumsalın ve biyolojik olanın birbirine karıştığı,birbirinin içinde eridiği, birbirini belirlediği, birinin diğeri, diğerinin öteki olduğu bir alan. Hakimiyet ve meşruiyet kurarak normu belirleyenin erkeklik ve ona atfedilen değerler olduğu, gerek erkekler gerekse kadınların bunu içselleştirdiği , kadını ev içine hapsederek ve başından sopayı eksik etmeyerek kadınlığın ikincil ve daha değersiz kılınması yoluyla gerçekleştiği bir fantezi alanı...
 

Burneşa örneği Simone de Beauvoir’ın “kadın doğulmaz, kadın olunur” tespitinin pratik karşılığı gibi.  Biyolojik kadının toplumsal cinsiyeti, normlar elverirse erkek olabilmektedir. Madem cinsiyet, biyolojiye bağlı değil toplumsal gerekliliklere göre öğrenilmektedir; öyleyse cinsiyetleri ve gerekliliklerini tanımlamak kimin işine gelmektedir. Gökkuşağının altından geçmek kadar zor değil bunu tanımlamak , ya da zor kimbilir?


Burneşalar  cinsiyetini değil ama, cinselleştirilmiş görünümünün izlerini, imlerini, farklıklarını yani simgesel belirlenmişlikleri, kabulleri değiştirir. Manisalı trans- erkek hala gibi. Dolayısıyla erkeklik ile kadınlık, yer değiştiren bir gölge olup ikamede arar cinsiyetsizliğin temelini. Erkeğin, kadın imgesini, ona dönüşerek aradığı, kadınınsa kendi imgesini, erkeğe dönüşerek saklayabildiği bir dünyada...Kadınlık erkeklik söyleminin , cinsiyetler arasındaki kutuplaşmanın tuzağına düşmeden, cinsiyetin gökkuşağının altına saklanmış bir oyun olduğunu farkedersek özgürlük için  bir imkan buluruz belki. İnsanın, totaliter sindiriciliğin ayrımına varması ve özgürleşmesi için şarttır belki de, iki cinsiyetin bir bedende buluşması...
 
 
 **Psikeart Dergisi "kadınlık" sayısında yayınlanmıştır.