“Frances Farmer’in öcü alınacak Seattle’ da Ateş olarak geri dönecek, bütün yalancıları yakmak Ve yerde küllerden bir örtü bırakmak için
Mutsuzluktaki rahatlığı özlüyorum” **
Trenin buharına takılan gözlerini nice sonra kırptı. Ağlıyor muydu yoksa açık kalan gözlerin doğal ıslanması mıydı süzülen damlaların gerekçesi. Üzerinde kahverengi siyah kareli döpiyesi, içinde sütlü kahve balıkçı yaka kazağı , kolunda dört köşeli eski çantası ve her zamanki gibi buruşuk pardösüsü ile ağır ağır ikinci perondan bindi trene. Dört kişilik kompartımanda yalnızdı. Pardösüsünü yanına koydu, çantasını kolundan bırakmadan pencereyi aşağı indirdi. Derin bir nefes aldı. Dışarıda akıp giden insan seline baktı. Bakışları o seli geçiyor ötelere , Nisan yağmurunu karşılamaya hazırlana İndianapolis’in göğüne dalıyordu. Gamlı bir hava vardı,serin ve gamlı....Biraz da bıktırıcı....Yağmur yağsa da sıkıntıyı atsa diyeceğiniz bir hava....Yarıya indirdiği camdaki görüntüsüne baktı.Yüzünün beyazlığı buradan bile fark ediliyordu. Sarı saçları elli yedi yaşının beyaz saçlarıyla karışmış, saman sarısı-ot beyazı olmuştu. Gıdığı yoktu ya çenesinin iki yanından etleri birazcık sarkmıştı.Yüzündeki çizgiler, hele de gözleri yaşadıklarını ele veriyordu. Sağ bileğinde yıllanmış bir kelepçe gibi duran incecik saatine baktı , trenin kalkmasına birkaç dakika vardı. İnce narin elini çantasının içine daldırdı, sigara tabakasını çıkardı, bir sigara yaktı. Trenin hareket etmesiyle kompartımanı serin bir hava doldurdu. ”Şimdi Seattle ‘da gerçekten yağmur yağıyordur, böyle iki arada bir derede değil hem de”diye geçirdi usundan. Yıllardır gitmiyordu doğup büyüdüğü kente.
Yutkunmasını zorlaştıran ösafagus kanseri, onu yakında ölüme götürecekti. Ölüm.... çok ötelerde değildi...hemen şuracıktaydı. İnsanlar kendilerini ölümden soyutlamaya çalışıyor diye düşündü. Ne biçare çabadır bu. Ölümü inkar etmekle kendimizi de, yaşamı da inkar ediyoruz. Ölüm fikriyle bütünleşmek bizi kurtarır. İnsanlar ölümü hep başkaları için düşünme eğilimindeler. Vazgeçmeye hazır ve istekli olanlar dışında hiç kimse hayatın gerçek tadını alamaz.“ Ben her an vazgeçebilecek gibi yaşamadım mı” diye geçirdi aklından. Bu dünyanın dünyalıklarına bakmadan , ne olursa olsun yeter ki yaşayayım demeden, yaşamın bizzat içinde yaşamadım mı? Yaşamak tutsaklıktır, bunu biliyoruz ama ölüm de tutsaklık. Belki tutsaklık kimi kavramları kutsal saymamızdan...Kişi yaşlanınca hastalanınca Tanrı’ya daha çok yaklaşıyor. Yaşama dair yapabileceklerinden sıyrıldığı, onların bittiğini düşündüğü şu noktada tek dayanak Tanrı olduğundan, ikiyüzlülükle O’na dönüyor; ama yaşama dair bir kıpırtı olsa Tanrı’yı iplemez bile. Oysa O, daha on yedi yaşındayken “Tanrı’yı” öldürmüştü. Lise öğrencisiydi . Okul dergisinde yayımlanan hatta ödül verilen yazısını zihninden geçirmeye zorladı kendini. Bazı şeyleri anımsamakta zorlansa da birkaç kez denedi. Mücadeleyi hiç bırakmazdı ki zaten...
Nasıl olay olmuştu o zamanlar...”Seattleli kız Tanrı’yı öldürdü, ödülü kaptı”diye yazmıştı gazeteler. Şu gazeteleri, medya denen canavarı oldum olası sevmemişti Frances. Hayatının mahvolmasında onların azımsanamayacak bir yeri vardı. Her şeyle, herkesle ne çok mücadele etmesi gerekmişti. Öncelikle annesiyle...annesi kadın hareketlerine katılan, aktif, baskın kişilikli bir kadındı. O ise sessiz sakin...öyle görünüyordu ya içinde ne fırtınalar kopuyordu, ilerde annesi de diğerleri de görmüştü o fırtınaları. Annesini sevmezdi ama ona da benzerdi; özellikle inatçılık konusunda. İkisi de yazar olmak istiyordu. Washington Üniversitesi’ne basın-yayın bölümüne girmişti ama kısa süre sonra gönlündeki aslanın oyunculuk olduğunu anladı. Burada yazıyordu da , okul dergisinde öykü- şiir- makale yazıyordu. 1930’ ların Amerikası hiç de denildiği gibi özgürlükçü değildi. Baskı ortamı hakimdi. Annesi başta olmak üzere o sevdiği kenti O’na dar ettiler. Sırf O’na mı, bir sürü düşünen güzel insana da....1935’de solcuların çıkardığı “Hareketin Sesi” gazetesine bolca abone olması sayesinde ödüllendirilmiş, Rusya’ya gitme hakkı kazanmıştı. Ne müthiş bir şeydi bu onun için; hem gönül verdiği 1917 devrimiyle somutlaşan sosyalizmi yakından koklayacak hem de Rus tiyatrosunu inceleyebilecekti. Ah annesi!.... Herkesten önce annesi karşı çıktı. Frances gideceğim dedikçe annesi gitmeyeceksin dedi. Hatta gazetecileri çağırıp “Komünistler çocuklarımızın aklını karıştırıyor “diye dönemin paranoyasını kaşımaktan geri durmadı. Tüm karşı çıkmalara, kara yazmalara karşın dik başlı, inatçı Frances Rusya’ya gitti. Ne muhteşem bir geziydi o....anımsıyordu...beynini parçalamışlardı ama anımsıyordu işte....engel olamamışlardı anımsamasına....Gerçi bazı anıları boş karelerden ibaretti ama mühim kısımların çoğu yerindeydi. Lobotomy yapılan diğer iki kadın gibi olmamıştı. Kenedy’nin kardeşi Rosemary tedaviden sonra bir daha hiç toparlanamamıştı. Oyun yazarı Tenesse Williams’ın kız kardeşi Rose de öyle...Kendisi kötü günler geçirmişti , rollerini ezberlemekte zorlanmıştı ama otobiyografisini yazabilecek kadar beyni yerindeydi. Ne vahşet bir yaklaşımdı o. ...
Şizofrenleri ,onlarla bir tutup hasta saydıkları komünistleri ve eşcinselleri, beynin ön lobuna kesik atarak tedavi edeceklerini sanıyorlardı. Bu ülkede zaten aklı çalışan kaç kişi vardı ki, onları da akıl almaz türlü yöntemlerle devre dışı bırakmaya çalışıyorlardı. Komünizm korkusu O, henüz dört yaşında bile değilken Rusya ‘da gerçekleşen “Bolşevik Devrimi” n den sonra baki kaldı Amerika’da . Dünyayı sarsan bu on gün, kapitalizmin yıkılabileceğini göstermişti. Bu düzenin savunucuları duydukları korkuyu kısa zamanda bir ulusal korkuya dönüştürmeyi amaçladılar. Öyle ki 1930 ‘da temsilciler meclisine bağlı ilk komite kuruldu. Sonraları da komitenin sadece komünistlerin peşinde olduğunu belirtenler oldu. Frances eylemler kenti Seattle’ da okuduğu gazete ve dergilerden durumu takip ediyordu. Henüz tam ayrımsayamıyordu ama asi ruhu, parlak zekası tez zamanda gideceği yolu göstermişti. 1929’ da Newyork borsasının çökmesiyle başlayan ekonomik krizle kapitalizmin temelleri sarsılmaya başlamıştı. Düzenin temsilcileri ortaya “Hayat Sovyet Rusya ile bir savaştır” gibi gayet absürd sloganlar atmaya , korku propagandasını püskürtmeye başladılar .Türetilen casusluk hikayelerini duydukça gülerdi Frances. Bu insanların bu kadar budala olmasını şaşkınlıkla ve hüzünle izlerdi
1950 ‘de henüz ne olduğu belli olmayan bir sürü ilaç, Frances’ın üzerinde denendikten, soğuk su şokları yapıldıktan sonra Mengele’den geri kalmayan Dr. Walter Freeman ona lobotomy yapmıştı.
Böylelikle her konudaki sol fikirlerini, beynin ön lobuna attıkları kesi ile atacaklarını zannediyorlardı. Ameliyat sonrası bir odada tecrit edilmiş, ameliyatın etkileri üzerinde gözlemlenmişti. Ailesi ve ülkesi tüm bu işkenceye ortak olmuştu.
Trenin yumuşak uğultusu gökyüzündeki gamlı bulutları yarıp onu tiyatro sahnelerine götürüyordu. Çantasından çıkardığı gençlik fotoğrafları bu yolcukta eşlik ediyordu. “Altın Yumruk (Golden Boy)” da Luther Adler’le sahne fotoğrafları...Group Theatre’ın afişi....Dudaklarına götürdü fotoğrafları. Star Gazetesi’nde “Gelecek vaat eden oyuncu “diye söz edilmişti. Hele Paramount stüdyolarının gözdesi yedi kadın oyuncudan biri olunca basın etrafında pervane olmuştu. Her zaman istediğini söyleyen ve yapan, baskı altında kalmayan zorlu bir kişiliği vardı. Bu durumsa ne Hollywood’un ne medya ordusunun hoşuna gidiyordu.”1 Mayıs” gösterilerine gitmesi, kadın sığınma evlerine yardım etmesi tuhaf karşılanmıştı. Oysa gününü kuaförlerde, güzellik merkezlerinde, pahalı otellerde geçirse Hollywood’un en sevgilisi olacaktı....Hollywood için fazla siyasi olduğu söyleniyordu. Sanatçı toplumdan ve toplumsal gerçeklikten nasıl bihaber yaşar, nasıl duyarsız olur anlayamıyordu. Araba markaları statüyü gösterirdi onların dünyasında. Kendinin ikinci el arabasıyla ve makyajsız sade yüzüyle halkın arasında dolaşması dert oldu. Şimdi adını anımsamadığı bir gazeteci yaptığı röportaj sonrasında “O’nun her konuda sol fikirleri var O’na katılmasanız da saygı duyuyorsunuz “ demişti. O’nun için “36’ların starı” diyen kişiler bu söylemden pek memnun kalmadılar. Kocası Leif de... “8 Şubat’tı evlenmiştik değil mi ?”diye sordu kendi kendine. 23 yaşındaydı yakışıklı oyuncu Lief Ericson’ la evlendiğinde. Şehirden uzak bahçeli bir evde köpekleriyle birlikte mutlulardı. Beraber “Ride Croked Mile ” adlı filmde de oynadılar. Ama Lief ‘le fikir ayrılığına düştüler. Güzelliği kadar etkilendiği kişiliği , artık rahatsız ediyordu ışıkların altında gözde olmak isteyen Leif’i. Hem Frances’ın fikirlerini ve inatçılığını, hem basının ona karşı saldırılarını kaldıramadı Lief. Neredeydi fotoğrafları Lief’in?. Yanına almamıştı, düşündükçe yüreği taşın altında eziliyordu sanki. Altı yıllık birlikteliklerinde ne çok kalbi kırılmıştı....Alkol de o günlerden kaldı ya...Dudağının kenarındaki tuzlu gözyaşlarını yaladı, kelebek gibi ağlıyordu sessiz, usulcana...Ne annesi ne de Lief anladı yıkıntısını. Bir iki arkadaşı yanındaydı hepsi bu. Şimdi onlar da yoktu çevresinde. Kimileri ölmüş kimileri ülkeyi terk etmişti. Alkollü araba kullanmaktan ceza aldığında onlar olmasa dört ay hapis yatacaktı. Zaten hapsetmişlerdi her yandan....Lief o zaman da arayıp sormadı.Yıkımı bu olaydan sonra hızlanmıştı değil mi? Yok değil . Bir sene sonra, 1943’ te oynadığı kendi fikirlerine yakın film “Çıkış Yok” tan sonra alkol ve amfetamin çoğalmıştı. O tarihlerde amfetamin birçok yerde kullanılıyordu. Solunum yollarını açmaktan tut da uyku bozukluğuna kadar… Hele de zayıflamak için kadınların çokça başvurduğu bir ilaçtı. Bilinmiyordu ki sonraki yan etkileri, daha yeni yeni biliniyor. Sonradan anlaşıldı amfetaminin psikoz benzeri tablo yaptığı ama birçok kişi gibi Frances da manik-depresiften tut da şizofreniye kadar tanı almıştı. Altını bilmeden ne de kolaydı tanı koymak...Hoş o hasta da olmasa fikirleri yüzünden anormal karşılanmıyor muydu? Kapitalizmin başşehrinde bir kominist ,Hollywood’da barınabilir miydi? Zeki , yetenekli ve duyarlı bir kadın için, özgürlüğüne düşkün idealist bir komünist için yalnızlık ve hüzün kaçınılmaz oluyordu.
Amerika 1933’ e dek Bolşevik rejimini tanıyıp ilişki kurmadı ama ikinci paylaşım savaşında ittifak içinde oldular. Mussolini –Hitler faşizmi altında inleyen dünyada, SSCB 1941’ de Almanya’nın saldırısıyla, ABD de Japonların Pearl Harbor’a saldırısıyla savaşa dahil olduğunda Frances hem dünya insanlarına üzülüyor, savaş karşıtı gösterilerde bulunuyordu, hem çatırdamakta olan evliliğini kurtarma çaresi arıyordu. O zamana kadar on üç filmde , iki tiyatro oyununda başrol oynamış, tiyatro severlerden bol alkış almıştı. Ancak Paramount Stüdyoları da diğerleri de aykırı, siyasi bu kadını aralarında istemiyorlardı. “Hollywood öpücüğünüze 10 bin dolar,ruhunuza 5 cent verdikleri yerdir” diyen , ruhunu çok ucuza sattığını bilen Marilyn Monroe’yu iyi satan bir meta haline dönüştürüp eriten Hollywood, Frances’daki direngenlikten tiksiniyordu. Çok yetenekli ve güzel olması da reklamların gölgesinde karartılıp gidiyordu. Düşünmesi, yaşaması zarardı.
Kucağında fotoğraflarla uyuyakalmıştı. Kompartımanın kapısının açıldığını duymadı. İçeri kirli sakallı, gözlüklü genç bir adam girdi. Kolunun altında gazetesi diğer elinde el çantası vardı. Uyuyan kadına rahatsızlık vermekten sakınarak bej renkli pardösüsünü çıkardı. Kadının karşısındaki koltuğa koydu. Usulca oturdu. Bu kadını bir yerden tanıyor muydu? Dikkatlice baktı, hafifçe eğildi önünde. Kadının gözleri yarım açılınca hemen doğruldu. Kadın tekrar gözlerini kapadı. Kendini gecenin koyuluğuna salan havanın trende bıraktığı loşluğa gülümsedi.Adam kadını anımsadı, o da gözleri kapalı kadına gülümsedi. Daha dik oturdu. Bacak bacak üstüne attı, ellerini kucağında kavuşturdu, ela gözlerinde belli belirsiz yeşil bir dalga geçip gitti. Heyecandan yüzü pembeleşti. Neyse ki görünmüyordu. Kadın bir bebek yumuşaklığı ve yavaşlığında gerinerek uyandı. Adama bakmadan elindeki fotoğrafları çantasına koydu. Kompartımanın kapısından görevliye su getirmesini rica etti. Onu arkasından sadece başıyla izleyen gencin gözlerini hissediyordu. Görevlinin getirdiği suyu içip yerine oturdu.”Merhaba” dedi. Genç utangaç gülümsedi.”Merhaba...” bir şey soracakmış gibi durakladı sonra cılız bir sesle ”Bayan Farmer?” diyebildi. ”Evet benim”gencin yüzü aydınlandı gülümseyişi büyüdü.”Şu an çok heyecanlıyım, sizi yakından görmüş olmaktan....Sizin her anlamda hayranınızım. Hayat hikayeniz beni derinden etkiledi. Yaptığınız televizyon programlarını her daim izliyorum” “Sağ ol genç adam” gözlerini kapayıp derin bir nefes aldı. İnsanlar artık eskisi kadar tehlikeli olmadığını düşünüyorlardı ama en az Mc Carthy döneminde haklarının elinden alındığı günlerdeki kadar tehlikeliydi. Bu genç adam bunları da bilerek mi seviyordu onu acaba. -İyi misiniz -Pek değilim. - Ben de Seattlelıyım. Ailem hala orada onları görmeye gidiyorum.
Frances çantasından bir sigara çıkardı, gence de uzattı birlikte sigara içtiler. - Ne zamandır gitmiyorsun ailenin yanına? -Yaklaşık üç yıldır....Uzun zamandır Fransa’daydım. Öğrenci eylemlerine katılıp içeride kaldım.
Avrupa'da yoğun bir gençlik hareketi görülüyordu 60’ların sonunda. O yıllarda birçok ülkede benzer hareketler vardı. Küba’da Castro ve Che ‘nin gözü pekliği gençleri coşturuyordu. Hele Kenedy Küba’da SSCB füzeleri var deyip de abluka altına alıp sonra da çekilmek zorunda kalınca....Cezayir yılardır süren Fansız egemenliğinden 60’larda kurtulup bağımsızlık kazandı. Irak ve Suriye’de sosyalist baasçı darbe yapıldı. Wietnam savaşı hem Amerikalıları hem dünyayı bıktırmıştı. Frances katip olarak çalıştığı otel de yeniden keşfedilmiş dizilerde konuk oyunculuk yapıyordu o zamanlar. Sakin bir hayat arzuluyordu hep ama sükunet onun yanından geçmiyordu bir türlü. İki de televizyon programı yaptı:”Frances Farmer Sunar “ ve“İşte Hayatınız” yıllarca televizyonda gösterildi ve epey bir izleyici kitlesi oluşmuştu. Lee’yle evliliği iyi gidiyordu yaşantısı bir rutine oturmuştu ama dünya çalkalanıp duruyordu. Siyahi Müslüman Malcolm X 1965 ‘te Newyork’ da konuşurken öldürüldüğünde kendi programında bir süre ekranı karartmıştı. Sandıkları gibi suskun değildi, tepkilerini ve politik tavrını koruyordu. Bu sefer yanında olan ona güvenen bir kocası vardı. Savaş karşıtı söylemlerini her programda yineliyordu. O dönemlerin diğer bir fırtınası televizyonda izlenme rekorları kıran “Uzay Yolu” dizisiydi. Pink Floyd’la coşan gençlik Uzay Yolu’yla ayaklarını yerden kesiyordu. Bu arada öfke büyüyordu. Fırtınadan önceki sessizlik gibi koyu bir sessizlik dolaşıyordu dünya yüzünde.
Tren akşamüzeri Seattle’a vardı. Gencin kolunda trenden indi Frances. Yağmur her yere hüzünle Seattle’a Frances’ın yüzüyle yağmıştı. Gök ve yer yenilenmişti. Mis gibi toprak kokuyordu.Ah bir de güzelim kenti bozan şu boeing uçakları olmasa!...O da dikeniydi işte. Çirkin ve güzel yan yana yaşıyordu. Hep diyalektik......hep diyalektik....
1950’lerin tekdüze ortamında tek tip insan yaratılmaya çalışılırken zenciler ayaklandı. Bunun üzerine dönemin başkanı Truman vatandaşlık hakları hareketini destekledi. İşte o yıllarda Elvis Presley, zencilerin müziğini beyazların da sevebileceğini gösterdi. Politik zekası tartışılmaz olan Truman bu hareketi destekliyordu. İşine ne geliyorsa yapıyordu ,iktidara giden ve sağlamlaştıran her yol mubahtı. Sert, değişmez kuralları yoktu. Truman başkan olduktan bir ay sonraydı; Mayıs’ın 5’inde Frances’ı annesi Washington’daki akıl hastanesine yatırdı. İşkence dolu zamanlar daha da beterleşti. Hastanenin hemen yanındaki askeri üstteki subaylar içip içip zamanın güzel yıldızının bedeninde boşalıyorlardı. Hastane bu tecavüzleri gizliyordu Dahası hastane çalışanlarınca da tecavüzlere maruz kalıyordu. Penceresiz hücrelerde zincirleniyor, farelerce kemiriliyordu. Deli gömleğiyle bağlanıyor , yarısına kadar buz doldurulmuş banyolarda bırakılıyordu. Böceklerin arasında sabahlatılıyordu. O sıralarda başkan olan Truman ise “Yeni ,çok daha iyi ,insan onuruna sonsuza kadar saygı gösterilecek bir dünya istiyoruz”diyordu.
Tutkulu, belalı, dobra, risk almaktan korkmayan bir sanatçıyı işte bu vaat edilen saygın dünya çiğ çiğ yiyordu. O ise kimi söyleşilerde dile getirdiği gibi rastlantı bir kariyerin üzerinde oturmuyordu. İğneyle kuyu kazmıştı. Mayoyla poz verdirmek istediler. Mayolu pozun oyunculuğumla ne ilgisi var diyerek vermedi. Kaşlarını kazıdılar, baktı ki kendisine benzemiyor, kaşlarını geri aldı. Bu yılmaz ruh , beynine kesiklerle müdahale edildiğinde de oyuna devam etti. Gururunu kırmaya , ruhunu parçalamaya, yalnızlığa ittiler ama o gidip bir otelde katiplik yaptı ve hepsine inat yeniden keşfedildi, yeniden sevildi.Yeteneği ve disiplini, tutkusu onu yalnız bırakmadı. Üstelik bir de evlilik yaptı. 5 yıl sonra ayrıldılar Alfred Lobley ile gerçi ama, hemen ardından sevgili kocası, arkadaşı Lee onu ölene dek yalnız bırakmadı, yaralı kalbini sardı. “ Ah sevgili Lee !...” diye geçirdi usundan derin bir nefes alarak. Kendi kendine bir şarkı mırıldanıyordu Frances. Çok severdi şarkı söylemeyi, yüksek sesle söylerdi. Hastanedeyken de söylerdi de insanları nasıl huzursuz ederdi güzelim lirik sesiyle. Müzisyenler şehri Seattlelı bir kadındı O, kendinde olsa da olmasa da mırıldanırdı şarkıları. Savaş yıllarında,kıtlık yıllarında ,kıyım yıllarında…
Frances istencini yitirmiş gibi adım atıyordu. Seattle’ da yağmur sonrası kekremsi hava esiyordu. Evlerin ışıkları yanmış insanlar televizyon karşısında pinekliyordu. Frances dışarıdan izliyordu, bu anıyı kaydet diyordu hep konuşan içindeki diğer kişi. Oyuncu için her şey malzeme olabilirdi. Yaşanılan her şeye istemsizce böyle bakmaya alıştırmıştı kendini. Ölüme çeyrek kala aynı şeyleri düşünüyordu. Acaba bir kez daha, son bir kez daha sahneye çıkabilecek miydi? Hastanede de düşünmüştü bunu... 1957’ de “Tebeşir Bahçesi” nde oynamıştı. Epey zorlanmıştı, çünkü ezber yapamıyordu. Bir ara umudunu ve cesaretini yitirecek gibi olduysa da toparladı kendini, iyi bir oyun çıkardı. Play County Playhouse’de yeniden doğdu sahneye.....
Frances o gece yorgunluğu eski bir arkadaşının evinde on saat uyuyarak attı. Ertesi gün kışkırtıcı kentinin sahil kenarında,tersanelerinde, yeşermeye yüz tutmuş parklarında dolaştı.Yaşamaktan memnun olduğunu düşündü. Gönül rahatlığıyla ölebilirdi…
Hayat seçimlerle dolu , bir şeyi seçer, bir başka şeyi kaybedersiniz. Ya da hiçbir şeyi seçemez ve her şeyi kaybedersiniz. Seçim yapabilme, özgürlük ve özerkliğin bir gereğidir; özgürlük ve özerklik ise iyi olma halimiz için elzemdir. Seçimlerimiz dünyaya kim olduğumuzu ve nelere değer verdiğimizi gösterir. Yaptığımız her seçim , özerkliğimizin ve kendi kendimizi belirleme duygumuzun, karakterimizin bir ifadesidir.
Yaşam, insanlara bazen zor seçimler dayatır. Bir yanda şöhret, kudret, para ve rengarenk bir hayat göz kırparken, Frances neden tüm bunları tepti? Neden, pırıltılı bir yaşamın getirisinden vazgeçti? Yaşamı bir gelir-gider çizelgesi olarak algılayanlar elbette bu seçime anlam veremeyeceklerdir. Çünkü onlara göre makul bir insan, seçim yaparken öncelikle"güç, kudret,iktidar,para ve rahat bir yaşam gözetir. Bazen bir inzivada sevgiyle dolu, huzurla yaşanmış kısacık bir ömrün, şöhretin sahte ışıkları altında parlatılmış upuzun bir hayata tercih edilebileceğini ve bu tercihin insana her türden sonu göze aldırabilecek derin bir tutkuya dönüşebileceğini anlayamazlar.
İktidar şansı olmayan eylemlere prim vermeyenler, mutluluk uğruna istikbal şansını tepenler, kendine , fikrine, ruhuna uymayan yolda yürümeyi seçmeyenler sonuçta kaybetmeye razı olmak zorundadırlar. Vaadedilen sahte gelecek garantisi yerine oylarını , sahici kendilerinden, tutkularından yana kullananlar, bu tercih sırasında olduğu gibi bedeli öderken de tek başına kalırlar.
Hayata bir başka gözle bakmayı öğrendiyseniz, vazgeçtiğiniz şey bazen bir saray, bazen bitmez görünen güç, bazen şöhretin parıltılı ışıkları da olsa ,çoğu zaman gözünüz arkada kalmaz, kazandıklarını sananlara yalnızca k gülümsersiniz. Her şeyin sıradanlaştığı, içinin boşaltıldığı, inceliklere ,güzelliklere yaşama sansı vermeyen bir dünyada bazen kaybetmeyi göze almak en doğru seçimdir. Çok kişi bilmez sizi belki ama biri şarkı yapar , biri yazı yazar size selam durur. Selam olsun Frances Farmer.
**Kurt Cobain’in Frances için yaptığı şarkı : “Francer Farmer will have her revenge on Seattle”
**Psikeart dergisi “tercih” sayısında yayınlanmıştır.