ANASAYFA » SANAT VE » PSIKEART DERGISI 121484 » BIR AYRILIK BIR YOKSULLUK BIR OLUM

BİR AYRILIK BİR YOKSULLUK BİR ÖLÜM


“Vara vara vardım ol kara taşa
Hasret kodun beni kavim kardaşa
Sebep gözden akan bu kanlı yaşa
Bir ayrılık,
bir yoksulluk, bir ölüm

Nice sultanları tahttan indirdi
Nicesinin gül benzini soldurdu
Nicelerin gelmez yola gönderdi

Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm

Karacaoğlan der ki kondum göçülmez
Acıdır ecel şerbeti içilmez
Üç derdim var birbirinden seçilmez
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm”



Bu hafta boyunca hep yağmur yağdı , yağmur değil çamur yağdı,yağmayı da sürdürüyor…Yağmurun kokusu ne güzeldir, toprağın canlandığını ağaçların hemhal olduğunu duyarsın  o kokuda. Manisa ‘da günlerdir yağan çamurda kömür isi kokuyordu oysa. Bir zamanlar kavunların bekletildiği soğuk hava deposunda bekletilen cesetlerin kokusu geliyordu. Merhametsizliğin, nezaketsizliğin adaletsizliğin kokusu…Zulmün ve haksızlığın kokusu…Ayrılığın kokusu…

 
Acı acıyı su sancıyı götürürmüş ya, ne acı gitti ne de sancı. Huzursuzluğun yağmuru da çamur gibi sindi üstümüze. İşte o huzursuzluk cesaretini korkumuzdan, yalnız hissetme korkumuzdan alıyor. İktidarlar da bu korkuyu öyle iyi biliyor ,öyle iyi işliyorlar ki huzursuzluğu buram buram koklatıyorlar,şiddeti hayatımızın rutini haline getiriyorlar ;dışlayarak, yok sayarak, itibarsızlaştırarak, yerinden ederek,sansürleyerek, açlık ve işsizlikle tehdit ederek, en temel hakları görmezden gelerek,  korkutarak, mahkeme mahkeme süründürerek…İktidarların fıtratında bu hep var. İçerik değişiyor, nicelik değişiyor ama durum devam ediyor.

 
Hani şöyle metafiziğe uzanıp da sanki gökyüzü de isyan ediyor diyesim var. Üçyüzden  fazla kişinin göz göre göre , bağıra bağıra ölmesine seyirci kalmak kadar büyük işkence var mı ? Bu vicdan karasını hangi yağmur, hangi su temizler? Soma ‘da 13 Mayıs itibariyle zaman durdu, kara’ya çaldı.  Küstü doğa kim bilir...
 

Kardeşimi ben çıkardım göçükten . Biz aile boyu madenciyiz, babam da amcam da burada çalıştı, şimdi ben ve kardeşim devraldık. Bir de kardeşimin bacanağı vardı . Ahh ahhh  o zavallıyı da biz çağırdık. Balıkesir’de çiftçiydi. Tarla ile geçinemiyordu artık.Kardeşim bir ev aldı , borcunu  ödüyordu. İş iyi dedik 8 ay önce geldi çocuk. İyi kötü ev ne tuttu.Ahh ahh onun da kanına girdik.Kardeşimi ben çıkardım göçükten . Şimdi çocuklarının yüzüne bakamıyorum. Soruyorlar bana amca babam ne zaman gelecek diyorlar .Gelmeyecek diyemiyorum. Çikolata alıyorum çocuklara. Ben daha kabul edemedim ki kardeşimin bir daha gelemeyeceğini…”
 

Çocuklar güvensiz, yalnız, kaygılı…Anlamıyorlar olanları, gerçi kim anlıyor ki…Onlar her an yer ayaklarının altından kayacak gibi yaşıyorlar  ve tutunacak ne kimsesi ne nesnesi var çocukların.  Büyüklerin acıları ,öfkeleri var. Çocukların ellerinden alınmış çocuklukları, ağabeyleri ,babaları var. Duygu dünyaları karışık. Anneye bakıyor; gözü yaşlı uzaklara bakan bir kadın, ya o da giderse…Amcaya bakıyor amca gözlerini kaçırıyor… Çocuklar  büyüklerin gözlerine bakamıyor. Gözlere bakmadan büyüyen çocukların zihninde  büyük büyük yokluklar, büyük büyük düşmanlar olacak ,  felaketler olacak. 
 

Maden bölgesinde , hastane civarında insanlar bilgi alabilmek için bekleşiyor. Aldıkları küfür, cop, engelleme…Yüzlerce kolluk gücü güvenlik için görevlendirilmiş. Neyin güvenliği diye sormadan geçemiyorum. İnsanlar ölülerine kavuşmak istiyor , soğuk hava deposuna kurulmuş barkovizyondan akmakta olan fotoğraflara bakıyorlar. Numaralanmış fotoğraflarda dondurulmuş yüzleri  kaçırmamaya çalışıyorlar “aaa 5 numara bizimki”… O esnada bir sürü ceset gözlerinin önünden akıyor. Nasıl bir zulüm… Tamam afet koşularında triaj var bazı kısıtlılıklar var ama barkovizyondan ölü teşhisi… Nerdeyse ölüsünü bulunca sevinir hale gelecek insanlar. Nasıl umutsuzlar , “canlı çıkamaz ki” diyorlar. Hoş çıksa da karbonmonoksite bağlı problemler olacak. Yine de belki sadece yaralanmıştır umudu var. “ah ben nasıl gönderdim” diyenler var. “Başka iş bulaydı” diyenler var.  Vardiyayı değiştiği için vicdan azabı duyanlar var. Kurtulduğu için sevindiğine üzülenler var. Tanıdığı madene arkadaşlarını kurtarmak için korkusuzca dalanlar var. Koruma ordusuyla alanda boy göstermeye gelen bakanlar var. O bakanları yuhalayan canı burnunda halk var. “Biz de görelim neler oluyor orda” diye turistik geziye gelenler var.Haber telaşında gazeteciler var. Acıyı duyup şifa vermeyi isteyenler  var. Gerçekleri saklamak için çalışanlar var. Ortalıkta koşuşturan küçücük çocuklar var. Tekmelenen halk var. Zedelenmiş güven duygusu var. Dönmeyecekleri için tarifsiz acı çekenler var. Yaralı kurtulup bir daha madene girmesi gerekenler var. Kazadan sorumlu olup pişkin pişkin ortalıkta hiç bişey olmamış gibi dolaşan ,”kader bu” diyenler var.  Çok şey var madende…Olmayan ne mi ? Adalet, merhamet , nezaket…Oysa hepimizin biraz adalete, merhamete, nezakete ve zerafete ihtiyacı var.
 

Bakanlar müsteşarları, müsteşarlar seçtikleri yetkilileri sıkıştırıyor , “bişey ler yapın hem de acele yapın” diye. İnsanların sevdiklerini nedenini anlamadıkları bir felaket ile kaybetmeleri, haksızlığa uğramış hissetmeleri, olağan cenaze törenini yapamamaları ne hissettirir bilmeden  ya da anlamadan ha bire ben böyle istiyorum  çabuk diyen yöneticiler…Bizler yine çimen olarak fillerin yuvarlanmasına yastıklık ediyoruz.Şifacıyız şifa vereceğiz, sonraki rahatsızlıkları engellemeye çalışacağız, da bu yöneticilerle nasıl olacak? “önce zar verme” ilkesi gereğince, önce bu yöneticilerin işe bulaşmamsı lazım, gölge etmesinler başka ihsan istemiyoruz.Hani yaptılar bari sıvamasınlar. Ama o da yok , ne bişey biliyorlar ne de bilmediklerini biliyorlar “ben istiyorum” oldu canım. Huysuz, arsız , halden  anlamayan mızmız çocuklar gibiler.Çocuğa anlatır , ikna edersin hiç değilse…Bakanlıklar aralarında yarışıyor , “ihtiyaç belirleyelim”. Belirleyin bakalım: çocukların babaya , kadınların kocaya, ebeveynlerin evlada  ihtiyacı var. Eee ne oldu? üç soba , beş battaniye, iki oyuncak… Tamam iş çözüldü. “işçi ailelerine iyi tazminat verilecekmiş.”  yapmaa. bu lütuf mu ki, verilmeli zaten. tamam para verildi mi yas biter. Kocası madende ölen kadın öyle demiyor ama…
 

“ Benim çocuklarım yoksullukla büyüdü, ikinci oyuncağı alamadım. Şimdi her eve gelen oyuncak getiriyor.Çocuklara babalarının öldüğünü anlattım doktorların yardımıyla. Çocuklar huysuzlaştı.Zannediyorlar ki oyuncak verince huysuzluğu gidecek.Alıştırmasınlar oyuncağa. Yoksulluğu biliyorlar öyle devam etsin. 3-5 gün sonra bizbize kalınca ben nasıl yeteceğim onların oyuncağına. Onlar yoksulluğa alışık . Kendi vicdanlarını rahatlatmak için benim çocuklarımı kullanmasınlar. Gelmesin kimse de evime , bıraksınlar beni yasımı yaşayayım.”
 

Sözü geçen tazminat bölgede dengeleri değiştirecek belli ki.  Sevdiklerinin kaybı, ekonomik kayıp yahut orantısız zenginleşme,aile ilişkilerinde ve sosyal çevrede değişikliklerle kişiler birçok açıdan yeni durumla mücadele etmek zorunda kalacak.
 

“Çok zor kavuştuk biz. Aileler izin vermedi evlenmemize.Buraya yerleştik, maden çalışılacak en uygun yerdi. Yeni yeni belimizi doğrultmuştuk “diyor kadın on aylık çocuğuna sarılarak. Şimdi kendi ailem de beni yanına çağırıyor, kocamın ailesi de. Önceleri istemiyorlardı tazminat işi çıkınca beni paylaşmıyorlar. Tek istediğim çocuğumla kendi evime çıkıp kocamın yasını tutmak. “
 

İnsanlar açısından böylesi bir  kayıpla yola devam etmek oldukça  güç . Doğal olarak bir sevdiğinin kaybından sonra herkes yas tutar, yas olağan bir süreçtir. “ne oldu”,” şimdi ne oluyor”u  anlamaktır biraz da. Kişi ölüm karşısında bir şaşkınlık şok yaşar önce . Kabul edemez, inkar eder. “yok, böyle bişey olamaz” der örneğin.Sonra pazarlık aşaması gelir. “acaba o gün gitmeselerdi ölmezler miydi” gibi. Suçluluk hisseder, hele bu suçluluk olağan dışı ölümlerde çok artar ve bazen yasın tutulmasını engeller. “benim yüzümden”, “ babamın yüzünden” gibi kendini, diğerlerini bazen da öleni suçlar. Bireysel kayıplarda örneğin intihar gibi olağan dışı beklenmedik ölümlerde , ölenin yakınlarına suçluluk öyle bir bulaşır ki yas süreci sekteye uğrar , kişi yılarca bu aşamada takılı kalabilir. Soma’da olduğu gibi yerelden çıkıp artık toplumu ilgilendiren, insan eliyle, ihmalle, kar hırsıyla yapılan ölümlerde  adalet arayışı devreye girer.Herşey yolunda giderse olağan bir yas sürecinde kabul ,çökkünlük , hüzün oluşur. Ölen kişiyi yad edebilmeye başlar  ve hayatına o kişinin anılarıyla devam eder. Ölümün anlamlandırılması önemlidir, aslında herhangi bir olay için de yaşanan travma için de anlamlandırma önemlidir. Örneğin deprem ne kadar acı ve travmatik olursa olsun insan eliyle yapılmış felaketlere nazaran daha anlamlandırılabilir. Yer kabuğu sarsılmış insanlar ölmüştür. Elbette orda da binaların sağlam olmaması gibi  insan elinin bulaştığı can sıkıcı bir konu vardır ancak ne kadar sağlam olsa da şiddetli bir depremde yıkılabilir. Allah’tan geldi, doğadan geldi deyip kabul edilmesi daha kolaydır. Ancak madende olduğu gibi insan eliyle yapılmış felaketlerde  kişilerin, insanların güvenilir olduğuna, dünyanın güvenilir olduğuna dair temel inançları sarsılıyor. Anlamlandırılmadığı için de kayıplar  zihinde bir yere oturtulamıyor. Üstelik  ne faillerden söz ediliyor, ne bir özür dileniyor. İş güvenliğinin itibar görmediği, insanların hayatının hiçe sayıldığı performansa dayalı, güveneceğin devlet aygıtlarının arkasında durduğu taşeron sistemle birçok insanın öldürülmesi ve sonrasında bu duruma bir açıklık getirilmemesi , durumdan etkilenen insanlara sahip çıkılmaması, öfkeli insanların öfkesini adam gibi taşımak yerine kendi öfkelerini tekmelerle tokatlarla kusmaları, dirilerine ,ölülerine ulaşmak isteyen insanların engellenmesi,  insanların yas tutmasının ,acılarını yaşamalarının engellenmesi…gel de yas tut, gel de öfkelenme…
 

Bir kayıp sonrası sevgi ve öfke duyguları orda hasıl olacak. Madene giden kendi isteyerek ölüme gitmediğine bilakis yaşamı yenden dönüştürmek için çalışmaya gittiğine göre öfke kime yansıtılacak. İnsanlar doğal olarak sorumlulara yansıtıyor öfkeyi ki zira onlar asıl öfkenin muhatabı. Oysa sorumlular bırak öfkeyi karşılamayı “ buyrun bana öfkelenin “ demeyi, öfke ve acı duyduğu için bir de kendileri tekme atıyorlar. Kendileri öfke kusuyorlar. Ey be gafil , bi dur düşün öfkeleneceksen kendine öfkelen .Yas yasaklanamaz , yas tanıklık ister, yalnız tutulmaz. İktidarın beslendiği  “yalnızlık  korkusu, çaresizlik “ böyle zamanlarda azalır,  insanlar birlik olmaya meyleder. İşte iktidar bu birlikten korkar, bu birlik olma haline öfkelenir. Yas tutulması için dahi bir olunmasına tahammül edemez. Oysa yas birlikte tutulur, kültürümüzde vardır bu.  Anadolu’da taziye ziyaretine gitmeyenin yüzüne bakılmaz. Yöneticilerimiz  bırak taziyeyi, acı ve öfke duydukları için bir de tokat atıyor. İnsanlar katlediliyor ,sonra  hiç bişey olmamış gibi devam . Sus payları, ağza bal çalmalar.. hoop her şey yerli yerinde…İnsanların güven duygusu adalet duygusu yerleyeksan…Kendine , yanındakine , çevresindekine yöneticisine güvenemeyen onca insan….  Öfke çok fazla. Sırf kayıp yakınları için değil, Türkiye’de yaşayan herkes için böyle bir durum sözkonusu. Göz önünde onca insanın katledilmesi yaşanılan coğrafyanın herkes için tehdit edici olduğu anlamına geliyor. Gözler önünde cereyan eden işkence herkes için travmatik. Haksızlığa uğrayan bir kişi varsa herkes için haksızlık olması mümkündür.
 

Soma merkezinde bir madenci heykeli var. Yaklaşık onbirbin  kişi madenden ekmek yiyor. “belki bugün gün yüzü göremem” diye mi giriyorlar yoksa  “bize bişey olmaz” diyerek mi giriyorlar yer altına bilinmez ama eve gittikleri her gün sağlam bir nefes aldıkları aşikar. Bir kısmı tarlasını bağını , bir kısmı anasını babasını yarini bırakıp gelmiş .Karnını doyurmak,çocuğunu büyütmek, yarınını kurmak için..O yarınlarda büyük patronların gözü olduğunu düşünmüşler midir bilemem .Buradan bakınca kem gözleri görmek mümkün. Holding sahibinden bakanına, sendikasından taşeronuna daha çok kar için yüzlerce insan üstüste çaput gibi atıldı. Onlardan çok vardı nasılsa değil mi? Beşyüz  çocuk babasız kaldı kime ne.  “Yas tutmaya vaktim yok ki 3 çocuğum var , onları düşünmek zorundayım “ diyor gencecik bir kadın . Sayıları boşver , sayılar durumun dehşetini daha görünür kılıyor sadece.  O çocuklar kömür görünce, kömür duyunca ne hissedecekler acaba, o çocuklar hiç ısına bilecekler mi ?
 
**Psikeart Dergisi’nin  “ayrılık”  sayısında yayınlanmıştır.